3 Mayıs 2022 Salı

Hayat akademiden çok daha fazlası

Türkiye akademisine bilgi emekçilerinin gözünden baktığımız "Akademiden Mektuplar" dizisi boyunca üniversitelerdeki bilgi üretim süreçlerine, akademik özgürlüğe, skandallara ve akademisyenlerin genel sorunlarına eğildik. Dizinin son mektubunda ise tüm bunlara dayanamayıp gidenlere odaklanacağız. 20 yıllık AKP iktidarıyla birlikte iyice iktidara bağlı birer departmana dönüşen akademilere girebilmenin zorluklarına tanıklık ettik. Tarihin başından beri ezilen, sömürülen, ötelenen kadının akademide de neler yaşadığını tekrar hatırladık. Şimdi de gidenleri okuyacağız ama unutulmamalı ki tüm bu mektuplarda anlatılanların ötesi var o "cezaevleri"nde.

  "Burada imkanların daha iyi olduğu bir hayat var, Türkiye’de ise materyal koşullar özellikle seküler genç bireyler için son 10 senedir sürekli aşağıya doğru gidiyor. Yüksek lisans veya doktora yapmak ülkeden çıkış için güzel bir fırsat kapısı, ama akademik kariyer saplantısı kesinlikle üstümüzden atmamız gereken bir yük."

"Yeni Özgür Politika okurlarına,

Ben geçtiğimiz sene Türkiye’deki süreli kadrosunu ve sonlarına yaklaşmış olan doktorasını bırakıp yurtdışında (Avrupa’da) sürece sıfırdan başlamış bir doktora adayıyım. Bu mektubu da sizlerle aslında bu kararın sonrasında neler öğrendim bunları paylaşmak adına yazıyorum. Burada paylaşacağım fikir ve tecrübelerin hepsi bireyseldir. Aynı okulda okuyup yan odamda çalışıp benimle aynı ülkede yan kasabaya gelmiş olan akademisyen arkadaşların bile çok farklı şeyler yaşayabileceğinin farkındayım, o nedenle sizden de okurken burada ortaya sürdüğüm argümanları bu filtre dahilinde ele almanızı rica edeceğim.

Kaynak bolluğu var

Öncelikle belirtmeliyim ki, günün birinde ülkeye döner miyim dönmez miyim sorusuna net bir yanıtım yok. Eskiden yurtdışına gidilip ülkeye daha iyi koşullarda dönülecek bir yöntem olarak görüyordum. Sonrasında bir noktada yurtdışı gözümde daha iyi bilim yapılabilecek bir yer olarak canlanmaya başladı. En son geldiğim noktada ise artık ikisi de değil, ama ikisini de kapsıyor. İlk olarak, eğer yurtdışında kaliteli bir kuruma gidecekseniz Türkiye’nin en iyi üniversitelerinin dahi sağlayamadığı imkanları bulabileceğiniz konusu doğru. Buralarda (özellikle pandemi dönemi sonrası) ciddi bir kaynak bolluğu var. Elbette buna bağlı olarak rekabet ve beklentiler de yüksek. Pandemi öncesinde de yüksekti. Bana çok kaliteli bir kurumda olup “acaba Türkiye’de kadro var mı” diye soran iyi bir doktora sonrası araştırmacı hiç aklımdan çıkmıyor. Sene 2017’ydi, “bizim ülkede daha geçen sene darbe denemesi oldu biliyorsun değil mi” demiştim, “olsun, buralarda hiç kadro yok” demişti.

Fonu, haritası, yolu yordamı...

Bunun yanında, belki şaşırtıcı gelebilir ama Türkiye’de akademide çok ciddi bir akademik özgürlük var, buralarda ise akademik bilgi üretim süreci kontrol ve yönetim altında. Buraya gelmeden bunu görebilmek çok zor, ama Türkiye’de kimse ne yaptığınızı umursamadığı için aslında yaptığınız araştırmalar üzerindeki tahakküm çok düşük. Burada ise yapabileceğiniz tüm çalışmalar zaten öncesinden fonu, haritası, yolu yordamı, hatta çıktıları bile belirlenmiş çalışmalar. Sistem bir konuyu çalışmanızı istemiyorsa çalışamazsınız. Türkiye’de ise cezasına katlanmayı kabullendiğiniz herhangi bir konuyu çalışabilirsiniz.

Toplumda derin sorunlar var

Bunun yanında Türkiye’ye özgü sandığımız problemlerin neredeyse hiçbirinin Türkiye’ye özgü olmadığını buraya geldiğimde sürekli şaşırıp hayal kırıklığına uğrayarak yaşadım. Burada da akademik kliklerin dışındaysanız geleceğiniz pek yok. Burada da öğrenciler üzerinden yürüyen ciddi bir sömürü düzeni var. Burada da toplumda çok ciddi ve derin sorunlar var. O nedenle yurtdışına gitmeyi düşünenlere tavsiyem, yurtdışında çok iyi olduğunu düşündüğünüz ülkelerin bile size gül bahçesi vaat etmediklerini ne kadar kabullenirseniz buralara geldiğinizde o kadar az hayal kırıklığına uğrarsınız. Türkiye gibi bir ülkeden çıkıp Batı’da iyi bir kuruma ve ülkeye gelmek size en demokratik olduğunu varsaydığınız kurumların ne kadar baskıcı, en açık görüşlü olduğunu düşündüğünüz grupların ne kadar tutucu olabildiklerini, en dürüst olması gerektiğini varsaydınız kişilerin ne kadar ikiyüzlü olduklarını tecrübeleme şansı sunuyor diyebiliriz.

Türkiye’ye kıyasla çok daha geniş

Peki tüm bunlara rağmen yurtdışına çıkmalı mısınız? Eğer böyle arzunuz varsa bence kesinlikle. Yaptığınız işin/bilimin umursanıyor olması, insanların sizden akademik olarak bir beklentileri olması, bilimsel bilginin garip bir grup insanın kampüste kendi kafalarına göre yaptıkları ilginç deneylerden ibaret olmadığının farkında olan bir toplumda yaşamak, bunlar başlı başına pek çok zorluğu göğüslemeye değer. Ayrıca akademisyenlik mesleğini icra etmeyi düşünüyorsanız Türkiye gerçekten bu alanda da çok gelişmemiş bir ekosisteme sahip. Yurtdışında ise akademinin gerek özel sektör, gerek STK’lar, gerek kamu kurumlarıyla işbirlikleri ve entegrasyonu çok daha güçlü. Yani hem size çalışmanız için ayırdıkları kaynaklar hem de önünüze açılan olasılık uzayı Türkiye’ye kıyasla çok daha geniş. Elbette bu dediklerim görece iyi bir kuruma geldiğiniz varsayımına dayalı, ama özellikle Avrupa için konuşursak zaten niteliksiz kurum sayısı Türkiye’ye kıyasla düşük olduğu için olasılıksal olarak Türkiye’deki eşleneğinden iyi bir kuruma gelme ihtimaliniz yüksek.

Hayat daha fazlası

Toparlarsam, yurtdışına gelmeden önce kafamda oluşan imajla burasının uyuşmamasından ötürü başlarda buraya dair kendi içimde ciddi bir hayal kırıklığı ve öfke ortaya çıkmıştı. Zamanla aslında o imajın kafamda Türkiye’deki toksik atmosferin etkisiyle muhalif yankı odalarında kurulduğunu ve Batı’daki kurumların bununla bir alakası olmadığını fark ettim. Bu nedenle yurtdışına çıkmayı düşünenlere tavsiyem, bizlerin Türkiye’deki baskı ve huzursuzlukla başa çıkabilmek adına kendi kendimize uydurduğumuz “orada, her şeyin çok güzel olduğu bir akademi var uzakta” yalanına inanmayı bırakın. Burada imkanların daha iyi olduğu bir hayat var, Türkiye’de ise materyal koşullar özellikle seküler genç bireyler için son 10 senedir sürekli aşağıya doğru gidiyor. Yüksek lisans veya doktora yapmak ülkeden çıkış için güzel bir fırsat kapısı, ama akademik kariyer saplantısı kesinlikle üstümüzden atmamız gereken bir yük. Hayat hem Türkiye’den hem de akademiden çok daha fazlası!

Saygılarımla."

* * * 

NOT: Akademiden Mektuplar serimizin her bölümü için çizimleri Burcu Mayıs, ayrı ayrı özel olarak hazırlamıştır.

Akademisyenin bir günü...

 "Akademideki kişisel işlerle bölüm işleri arasındaki ayrım her zaman net değildir. En çok asistanlar çeker bu belayı. Sonunda emek sömürüsü olur, en ufak bir itirazınızda sözleşmenizin yenilenmemesiyle tehdit edilebilirsiniz. Bunun yoğunluğunun kişinin kimliğine göre değiştiğini söylememe gerek yok sanırım. Kadınlar, Kürtler, muhalifler..."

MİHEME PORGEBOL

Akademi denince insanların zihninde birbirinden farklı birçok imaj belirebiliyor. Bunlardan en belirgini ise akademisyenlerin kalburüstü bir hayat yaşadığı algısı. Bu algının nereden geldiği, nelerden kaynaklandığını bilmiyorum ancak dizi boyunca okuduğumuz mektuplardan da anlaşılacağı üzere gerçeklik öyle değil. Her ne kadar iktidarlarla iş tutan bir kesim akademisyenin gayet yüksek standartlarda hayatlar sürdüğünü biliyor olsak da üniversitelerde çalışan yaklaşık 200 bin akademisyenin toplamına baktığımızda çoğunluğun aslında çok da rahat bir hayat sürmediğini, önemli bir kısmının toplumun geri kalanıyla aynı kaygı ve sıkıntıları çektiğini söyleyebiliriz. Zaten Türkiye'de hayatın her alanında bu böyle değil mi? Hangi alanda çalışıp hangi kesimden olduğunuzun önemi yok yaşam standartlarınızın ortalamanın üstünde olması için; iktidarla iş tutmanız yeterlidir. Oysa muhalifseniz ortalama bir yaşam sürmeniz bile çok düşük bir ihtimal. Önceki mektuplarda bahsedilen sorunların tamamını yaşamanın yanında bir de ekonomik kaygılarla cebelleşirsiniz. 

Peki bir akademisyen bir gününü nasıl geçirir? Henüz kendini bir işçiyle kıyaslayan bir akademisyen tanımadım ancak ağır mesailer, mobbing, amir/üst tacizi akademilerde almış başını giderken akademisyenler için de günlük hayatın koşturmacası herkesteki gibi işliyor. Serinin bu mektubunda hatırı sayılır bir devlet üniversitesinde görece yüksek derecede bir unvanla görev yapan bir akademisyenin aktarımlarını okuyacağız.

Mehmet Fatih Tıraş... 

Mektuba geçmeden önce gazetemizin okuyucularına bir isimden bahsetmek istiyorum. Mehmet Fatih Tıraş. Devletin Kürdistan'da yürüttüğü savaşa karşı akademisyenler tarafından yayımlanan Barış Bildirisi'ne imza attığı için Çukurova Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'ndeki görevinden ihraç edildi. Mehmet Fatih Tıraş ihraç edildiğini öğrendiğinde ilk tepki olarak "Keşke dönemin bitmesini bekleselerdi. Çocuklar derslerinden olacak" diyebildi. Daha sonra hocasına yazdığı mektubu ortaya çıktı Mehmet Fatih Tıraş'ın; orada “Hakkımda alınan karar gelecekte beni çok zor duruma düşürecek” diyordu. Öyle de oldu. Tıraş'ın başvurduğu hiçbir üniversite hakkındaki ihraç kararı nedeniyle başvurusunu değerlendirmeye almadı. Dışarıdan özel dersler alması bile engellendi, işsizliğe mahkum edildi. Yaşadığı psikolojik baskı travmaya dönüştü ve Tıraş tüm bunlara dayanamayarak 25 Şubat 2017 tarihinde yaşamına son verdi. Tıraş'ın yaşadıkları, Türkiye'de akademisyenlerin hangi koşul ve baskılar altında yaşayıp bilgi üretmeye çalıştığının kanıtı olarak önümüzde duruyor. Anısına saygıyla...

"Sevgili Yeni Özgür Politika okuyucuları,

Bir devlet üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. 16 yıldır akademinin içindeyim. Haftada 26 saat derse giriyorum, bir yandan da alanım ile ilgili çalışmalarımı sürdürüyorum. Devlet, verdiğim derslerin on saatini ödediği maaşa sayıyor, üstüne ise ek ders ücreti veriyor. Bir öğretim dönemi boyunca ek ders ücretlerinden kazandığım para 4 bin, 5 bin lira arasında değişiyor. Bu da aylık 800-900 liraya denk geliyor. Bunlardan bahsetmemin nedeni günlük yaşamımın büyük ölçüde bu tür hesaplamalara bağlı olması. 

Eşim ve çocuğumla büyükşehirlerden birinde yüz on metrekarelik bir kiralık dairede yaşıyoruz. Eşim işsiz. Mesleğiyle ilgili projelerden gelen işleri alıyor bazen, serbest zamanlı çalışıyor yani. Atanamayanlardan o da… İşteki yükümden dolayı çocuğumuzun gün içindeki bakımıyla o ilgileniyor. Çocuğumuzun kreşe gittiği yarım günde ne yapıyor yapacaksa. Yaşamımızı insani bir noktada sürdürebilmek için çalışmamız gerekiyor. 

Haftanın üç günü oldukça yoğun bir ders programım var. Sabah dokuzda mesaim başlıyor, bazı günler ise ikinci öğretim derslerinden dolayı gece ona kadar devam ediyor. Bazı sabahlar eşim ve çocuğumun peşine takılıyorum, beni işe bırakıyorlar. Bazı sabahlar da toplu taşımayla gidiyorum işe. Evim üniversiteye biraz uzak. Dönüşte de çoğunlukla toplu taşımayı kullanıyorum. Giderken biraz daha rahat ama dönüşte etten bir blok hâlinde ilerliyoruz kentte. 

Umutsuzluktan okula devam etmiyorlar

İş yerim üniversitenin en eski binalarından birinde, dökülüyor. Buna karşılık en kalabalık bölümlerden biriyiz. Sınıflar kırk kişilik, ders nüfusu ise neredeyse bunun iki katını buluyor. Pandemiden önce bu yer yetersizliği bizi çok zorluyordu ancak pandemiden sonra çok fire vermeye başladık. Öğrencilerimizin üçte biri maddi imkânsızlıklardan ve geleceğe dair umutsuzluktan dolayı okula devam etmiyor. Gelenlerin de çoğu “bitirelim de gidelim” mantığında. Onları mesleğe bağlayabilecek herhangi bir neden yok ve çok azı yaşamlarında bunun için gerekli olan motivasyona sahip.

Derslere sömestr aralarında ya da yaz tatilinin sonlarına doğru hazırlanıyorum. Çoğu yıllardır verdiğim dersler olduğu için gerektiği takdirde mevcut malzememde güncellemeler yapmam yeterli oluyor. Her zaman bu kadar şanslı olmuyorum tabii. Bazen çeşitli nedenlerden dolayı pek bir ilgimin olmadığı derslere de girdiğim oluyor. O zaman pek çok şeyi baştan öğrenmek zorunda kalıyorum ve tahmin edilebileceği üzere huzursuz zamanlar yaşıyorum.

Projelerle parayı çevirebilmelisiniz!

Sınıflardaki teknik donanımdan söz etmek gerekirse kısaca her şeyin çok kötü olduğunu söyleyebilirim. Projeksiyonu kullanmak için bile çile çekebiliyorum. Kampüsteki yeni binalarda bu sorun çoğunlukla çözülmüş ancak bu olanaklara ulaşmak için bölümler hiyerarşisinde yüksek sıralarda olmalı ve yüksek bütçeli projelerle parayı çevirebilmelisiniz. Fiziksel ortam yüz yüze eğitim kalitesinin en belirleyici yanı. Üniversite sadece bir bina değil evet ama tebaası arasındaki uzlaşmayla oluşmuş bir aidiyet çatısı olmalıdır. Bu kurumu bin yıldır işler kılan şey bu psikolojik ve fiziksel bağ. Tesisler bu uzlaşıya verilen önemin bir göstergesi. 

Her an fişlenebilirsin

Derslerdeki anlatılarımızı hiçbir zaman dilediğim şekilde kurgulayamıyorum çünkü uzmanlık alanımdan kaynaklı olarak anlatı zeminimizdeki mayınımız çok fazla. Her an CİMER’e ya da üniversite yönetimine bir şikâyet gidebilir. Din düşmanı, vatan haini ya da terörist olarak tanımlanabilirsiniz. Bir de sizden pek hazzetmeyen biri varsa yukarıda ipinizin çekilmesi, tüm düzeninizle oynanması, maddi ve manevi tahribat için küçük bir çarpıtma çoğu zaman yeterlidir. Bu tavrın derslerle sınırlı kalmadığı da sanırım tahmin edilebilir. 2016’da önce Barış İmzacıları ve ardından FETÖ soruşturmaları ile başlayan tasfiye süreci üniversitelerin üstünde sallanan koca bir parmak yarattı, bazen oradakileri tehdit ediyor bazen de “şşş” diyor.

Taşeronun insafına kalmış

Benim kuşağımdan olan akademisyenlerin ne olursa olsun bir ortak dil oluşturabildiğini söyleyebilirim. Politik çatışmalarımız olsa da sanırım bir sınıf bilinci de gelişmiş. Çoğu zaman tatmin edici olmayan bir asgaride buluşabiliyoruz, bu da en azından devam etmeyi sağlıyor. Yine de bazen “büyüklerde” gördüğümüz saçmalıkların nasıl başladığı hakkında fikir veren şeylerle de karşılaşıyorum. Bu biraz korkutucu olabiliyor.

Yemeğimi çoğu zaman evden getiriyorum. Eğer dışarıda yiyeceksem yemekhaneye gitmekle dışarıda iki kap yemek arasında gidip geliyorum çünkü fiyatları neredeyse aynı. Ayrıca yemekhanede çıkan yemeklerin kalitesinden bahsetmek bile istemiyorum. Taşeron firmanın insafına kalmış bir gastronomi. Çay- kahve bölümdeki personelden her ay toplanan belli bir miktar parayla oluşturulan fondan alınıyor. Bölümün olduğu katta küçük bir mutfak var. Çay belirli saatlerde demleniyor, biz de gidip alıyoruz mutfaktan. Dersim yoksa bazen birileriyle laflıyorum, çoğu zaman çalışmalarıma bakıyorum çünkü başka zaman yok. 

 Sözleşmeli çalıştırılıyorlar

Eve gittiğimde çocuğumla ilgilenmem gerekiyor ve ancak gece saat ondan sonra bir şeyler yapabilecek duruma geliyorum. O sırada da biraz rahatlamak, eşimle vakit geçirmek ve çalışmak arasında tercih yapmak zorunda kalıyorum. Günler her zaman ders-yemek-çalışma çizgisinde pürüzsüz geçmiyor. Üniversiteler mobbingin en fazla görüldüğü yerlerden biri. Özlük haklarımız 657 ile 2547 arasında kaldığı için savunmasızız. Memurluk haklarından yararlansa da bir akademisyen doçent unvanını alana kadar sözleşmeli olarak çalıştırılıyor. Doçent unvanını almanız kurumun size doçentlik kadrosu vermek zorunda olduğu anlamına gelmiyor. Yani YÖK nezdinde doçent olsanız dahi üniversite kadronuzu çıkarmadığı için unvanınız doçent, kadronuz doktor olarak uzun yıllar çalışmaya devam edebilirsiniz.

Kadınlar, Kürtler, muhalifler...

Asistanken yılda bir, doktor öğretim üyesiyken üç yılda bir yenilenen sözleşmeniz amirlerinizin olumsuz görüşleriyle yenilenmeyebilir. Bunun için çok rahatlıkla genel sebepler gösterilebilir. Ayrıca akademideki kişisel işlerle bölüm işleri arasındaki ayrım her zaman net değildir. En çok asistanlar çeker bu belayı. Sonunda çoğu zaman emek sömürüsüne dönüşen bir işleyiş oluşur ve en ufak bir itirazınızda sözleşmenizin yenilenmemesiyle tehdit edilebilirsiniz. Bu bazen açık bir şekilde yapılır bazen imalarla. Bunun yoğunluğunun kişinin kimliğine göre değiştiğini söylememe gerek yok sanırım. Kadınlar, Kürtler, muhalifler...

Kurum bu haldeyken yalnızca yapmış olmak için yıl içinde pek çok performans değerlendirme raporu talep ediliyor. Bu raporlar üniversitenin olanaklarını geliştirmek için toplanan veriler olarak kullanılmıyor, bunların bize dönüşü genellikle yayın baskısı oluyor. Yöneticiler tek bir perspektiften bakarak uzmanlık alanlarındaki yayın sayısını yeterli ya da yetersiz buluyorlar. Bunu da kadrolar için koz olarak kullanıyorlar. Şu an Türkiye’deki yüzlerce akademik dergide yüzlerce vasıfsız makale çıkıyorsa, bunun liyakatsizlikten sonraki en önemli nedeni bu yayın baskısıdır. 

Vasatın bolluğu 

Elbette bir yıl içindeki yayın sayısına bağlı olarak verilen teşvik de vasatın bolluğunda etkili. Teşvik almak için araştırmacının aşması gereken baraj o kadar yüksek ki pek çok kişi eline geleni yazmaktan çekinmiyor, hiç dergi bulamasa yılda altı sayı çıkan dergilerde parayla makale bastırıyor. Ben yavaş çalışanlardanım. Bir makaleyi yazmam neredeyse altı ayımı alıyor. Yılda en fazla iki ya da üç makale, en fazla iki bildiri hazırlayabiliyorum. Bunlarla teşvik almak pek mümkün olmuyor. Maaşım ve az biraz verilen ders ücretimle baş başayım anlayacağınız. Fon da yok…

Önceleri iş çıkışında, bazen yalnız bazen eş dost, bir şeyler içmeye gider, günün yorgunluğunu, kurumun tozunu üstümden atmaya çalışırdım. Bu artık pek mümkün değil malum… Açıkçası son bir yıldır evden işe işten eve bir yaşantım oluştu. Binadan otobüs durağına kadar yürüdüğüm sakin yolu seviyorum. Bazen bir sigara içiyorum, bazen yalnızca müzik dinliyorum. Bazen, özellikle mesaiye kaldıysam, sessizliği tercih ediyorum. Benim gibi mesaiye kalmışlarla seyrek düzen bir yolculuk yaparak kent merkezine ulaşıyorum. Aydınlık caddelerden yürüyüp uykusuz gözlerimi kısıp eve geliyorum ve günüm tükeniyor."

****

2 Mayıs 2022 Pazartesi

Akademilerde 'öteki' kadınlar!

Akademiden mektuplar serimizin bu bölümünde, kadınlar akademilerde neler yaşıyor? Bu sorunun cevabını bir kadın akademisyenden okuyacağız.

"Gerek maddi gerekse duygusal emeğinizin sömürülmesinden başlayıp taciz ve mobbinge, oradan Ceren Damar örneğinde olduğu gibi öğrenciniz tarafından öldürülmeye uzanabilen bir hikaye akademide kadın olmanın hikayesi. Fakat yaşamın her alanında olduğu gibi akademide de canını dişine takıp direnen, hatta militan yöntemler benimseyen kadınlarız."

MİHEME PORGEBOL
Kadının yaşamın her alanında karşılaştığı eşitsizlikler, ötelenmeler; yaşamın her alanında kadına dönük görünmezleştirme çabaları, yok etme pratikleri, susturmalar malum. Türkiye, en çok kadın cinayeti yaşanan ülkelerden biri. Kadınların sadece varlıklarından ötürü sahip oldukları hakların ihlali konusunda da Türkiye üst sıralarda. Üstelik cinayet ve ihlallerinin biçimine baktığımızda çoğunun nefret saikiyle tasarlanıp vahşice gerçekleştiğini söylemek mümkün. Parçalara ayırıp çöpe atmak, tuvalete kilitleyip ölmesini beklemek, çöp bidonlarına koyup üzerine beton dökmek, yakmak, kesici ve delici silahlarla tecavüz ederek katletmek... Bunlar artık neredeyse her gün duyulabilen kadın cinayetlerinden bazıları. Son zamanlarda ise balkondan, camdan veya çatıdan atarak öldürmek yaygın bir kadın cinayeti biçimine dönüştü. Cinayetlerin bu denli sistematik, yoğun ve 'zevkle' işlendiği bir yerde yaşamanın ne anlama geldiğini elbette ki kadınlardan başka hiç kimsenin tam olarak anlayamayacağı ortada.

Mizojini kültürleşmiş durumda
Mizojini dilde, algıda, günlük yaşama içkin devinimlerde, örgütlü ve politik mücadelelerde; daha doğrusu akla, hayale sığmayacak bir yelpazede örülüyor. Diyebiliriz ki tüm dünyada mizojini kültürleşmiş durumda. Ancak bunu değiştirip hesap sormaya kararlı yapılar olduğunu da unutmamak gerek. Kuşkusuz Türkiye'de her şeye sinmiş ve her alanda kendini gösteren mizojini ve kadın sömürüsü akademilerde de azımsanamayacak ölçüde. Nefret ve güvencesizliğin boyutları özellikle 2019 yılında Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisiyken öldürülen Ceren Damar Şenel cinayetiyle iyice açığa çıkmıştı. Katilin cinayeti işleme gerekçesinden tutun da yargı sürecindeki ifadelere, bu cinayete ilişkin sanal medyada toplumun her kesiminden insanın yaptığı yorumlara baktığımızda durumun vehameti anlaşılıyordu. Peki kadınlar akademilerde neler yaşıyor? İşte serinin bu mektubunda bu sorunun cevabını bir kadın akademisyenden okuyacağız. Hocamız, bir kadının akademide yaşadıkları ve yaşayabileceklerini kişisel tecrübe, gözlem ve yorumlarına ek olarak istatistiksel verilere dayanarak bir bir anlatıyor.

"Değerli Yeni Özgür Politika okuyucuları!

“Bundan sonra Orhan’la nasıl konuşuyorsanız, ona nasıl hitap ediyorsanız, benimle de öyle konuşun.”
Sadece o sırada araştırma görevlisi olan benimle değil, eşiti olan kadın meslektaşlarıyla da bir bebekle konuşur ses tonu ve mimiklerle konuşan erkek hocaya bu isyanı dile getirmem, bölümde çalıştığım üçüncü yılın sonunda mümkün olmuştu sanırım. Daha mı önce, daha mı sonra yoksa? Bu, akademide (de) karşılaştığınız cinsiyetçiliğin öyle küçük bir veçhesi ki, tam zamanını hatırlamak zor. Ama ilki ve sonuncusu olmadığını hatırlamak pek kolay.

Kısa bir diyalog
Pek prestijli bir üniversitede taşradan gelmiş bir lisans öğrencisiyken, yüksek lisans için referans mektubu almak istediğim hocayla yaşadığım, sonradan üzerine çok düşüneceğim diyalog geliyor mesela aklıma:

+ Neden yüksek lisans yapmak istiyorsun?
+ Akademide devam etmek istiyorum hocam.
+ Bir kadın olarak kolay olacağını sanma.
+ Aaa, evet biliyorum, asılmalar, tacizler falan akademide de…
+ O da var da… Yani bir de çoluk çocuk falan. Doktorayı yapabilecek misin?

Hep sonradan gelir aklım başıma!
Ah, kem küm edip cevap veremeyişim... O zamanlar şöyle göğsümü gere gere “yılların feministiyim” dediğim demler değil ki, cevabı yapıştırayım şu çocuk doğuracağımdan, doğursam benim bakacağımdan, baksam doktorayı beceremeyeceğimden emin adama! Gerçi böyle diyorum diye, bu anlattığım sıralamanın bir gerçekliği yok sanılmasın. Yıllar geçecek, ikisi de akademisyen olan çift arkadaşlarımdan kadının bir yandan evin bakım yükü (buna evli olduğu adamın bakımı da dahil elbet) bir yandan akademinin maddi ve manevi ağırlığı derken, adam kendisininkini rahatça sürdürebilsin diye, adamınkinden çok daha parlak akademik kariyerini bırakışına da şahit olacağım. İkinci çocuğuna hamile asistan arkadaşımla bölüm toplantısında “e sen böyle iki yılda bir doğum iznine mi ayrılacaksın yahu?” diye dalga geçilip, herkesin bu “şaka”ya gülmesine de. Ah, şaka dedim de aklıma geldi, belki de bu mektuba en başta “Akademide kadın olmak ciddiye alınabilmek için her an mücadele vermek demektir” diye aforizmavari bir cümleyle başlamalıydım (hep sonradan gelir aklım başıma, hep sonradan). Eh, akademiyle ilgili bir yazıda, bir mektup bile olsa bu, ciddiye alınmak için de sayılardan, istatistiklerden, somut verilerden bahsetmek gerekiyor herhalde.

Bir deneyelim bakalım:
YÖK’ün her yıl açıkladığı istatistikler, Türkiye’de üniversitelerin akademik kadrolarındaki kadın sayısının hiç de az olmadığını, akademideki kadın erkek oranının da neredeyse eşit olduğunu gösteriyor. Hatta bu oranın kimi zaman gazetelere “Avrupa ülkelerini geride bıraktık” diye başlık olmuşluğu da vardır. Türkiye’nin birinci kuşak feminist akademisyenleri, bu sayısal yüksekliği sağlamakta erken cumhuriyetin başarısına işaret eder. Ancak sormadıkları soru, bu nispeten yüksek kadın sayısının akademinin basamakları yükseldikçe giderek azalmasıdır. Daha açık ve 2021 verilerine bakarak ifade edecek olursam, kadın araştırma görevlilerin sayısı 26.900 gibi bir sayıyla erkek araştırma görevlilerinden fazlayken, doçent ve profesör kadrolarına baktığımızda erkeklerin sayısının kadınların neredeyse iki katı olması durumundan bahsediyorum. Yahu nereye kayboluyor bu kadınlar? Cevabı bulmak o kadar zor değil ama işte şimdi sayıların ardına bakmak gerekiyor. Kadınların bir kısmı yukarıdaki satırlarda anlattığım arkadaşım gibi, kendilerinden beklenen toplumsal cinsiyet rollerinin altında kalarak akademide var olamıyor. Bazıları tıpkı başka hemcinslerinin başka sektörlerde olduğu gibi kadınların iş hayatında yükselmelerini engelleyen cam tavana başlarını vuruyor. Kimisinin onca emeği, ayırdığı vakit ne yapsa ne etse görünmez oluyor. "Allah aşkına, akademik kariyerinin başında yani araştırma görevlisiyken sayıları bu kadar fazla olan kadınların basamaklar yükseldikçe birden yok olmalarının sebebini kadınların kendisine, doğasına, şuyuna buyuna mâl ederek açıklamak mümkün mü hiç?" Diyorum ve bir gülme geliyor, zira bunu yapan o kadar çok insan var ki…

Öncelik erkekler...
O zaman bir istatistik daha gelsin, hem de bu sefer “orada da olmuyordur herhalde öyle şeyler”in mekanı the Batı’dan gelsin: Doğa bilimlerinin uzunca tarihinde, bir araştırma projesinin değerlendirilme süreci ilk kez anonim olarak ta 2018 tarihinde Hubble teleskopunu kullanmaya dair verilen teklifler için gerçekleştirilmiş. Ve ne olmuş biliyor musunuz? Önceki senelerin istatistiklerinde, erkek adaylardan gelen proje tekliflerinin kabul edilme oranı, kadın adaylardan gelenlerin iki katıyken, ancak o sene, yani süreç ilk kez anonim olarak yürütüldüğünde, oranlar eşit, hatta kıl payı da olsa kadın bilim insanlarının lehine, çıkmış.

Taciz, mobbing sonuç depresyon
Bu okuduğumdan beri çok etkilendiğim için aklımda kalan örneği verme nedenim akademinin cinsiyetli halinin ne kadar evrensel olduğunu anlatmaktı elbette. Ancak bu evrensellik, bazen bu cinsiyetli ve cinsiyetçi hallerin de onlara katlanmanın zorluğunun da katmerlenmediği anlamına gelmiyor. Yazdıklarım, Yeni Özgür Politika’nın okuyucularına samimi bir mektup olduğu için önce tanıklıkla başlamak istemiştim mektubuma. Ancak biliyorum ki bu tanıklıklar akademinin içinde var olma mücadelesi veren kimi kadın arkadaşlarım için belki kıyl-ü kal, belki devede kulak. Zira daha taciz veya mobbing gibi insanı yıllarca sürebilecek depresyona belki ölüme götürebilecek şiddetin akademinin içinde nasıl katmerli halde yaşandığından bahsedemedim bile.

Böyle şiddetlerin akademide vuku buluşundan bahsetmek kolay da değil aslında. Zira akademi çoğu zaman bunlardan muafmış gibi gösterilen ya da öyle algılanan bir “steril alan.”

Asistanlıkta neler yaşanıyor
Üzerine, akademinin çok küçük ve birbirini tanıyan insanların dünyası, daha kestirmeden söylersek bir “network” dünyası olduğunu göz önünde bulundurduğunuzda taciz veya mobbing türünden bir şiddetle karşılaşıp, belki önce konduramayıp sonra şikayetinizi dile getirme cesareti bulduğunuzda çoğu zaman size ilk söylenen “aman sus” olması gerçeğine çarpıyorsunuz. O “aman sus” un altında, “O namlı hocanın sözü karşısında senin sözüne kim inanır?” dan tutun “Yaşanmış olsa bile, adamın itibarını sarsmaya değer mi?” lere giden bir manipülasyonun yattığını bazen çok sonradan fark ediyorsunuz. Mobbingse, zaten akademinin şanından görülüyor neredeyse. “Biz asistanken neler çektik canım, o kadarcık şeye de sabredemeyeceksen yolun başından dön istersen.”

Kadınsanız sizi iki kere vuruyor
Söylediğim gibi akademide cinsiyetçilik evrensel ama türlü türlü hali var. Taşrada muhafazakâr (başka türlüsü var mı sahi?) bir devlet üniversitesinde kadın akademisyen olmak muhtemelen İstanbul’da nispeten liberal bir üniversite kampüsünde var olmaktan bin kat daha zor. Sosyal bilimler, temel bilimlere göre nefes alabileceğiniz bir alan gibi gösteriliyor. Ama sosyal bilimlerde devletinizin sevdiğiniz türden çalışma alanlarınız yoksa ya da eleştirel düşüncenin peşinde bir akademisyen kadınsanız hayatınız kesinlikle daha zor. Fakat tüm bu türlü türlü hallerde günümüz dünyasında akademisyenlik yapmaya çalışmaya mutlaka ve her yerde, her kademede eşlik eden bir mesele daha var: Güvencesizlik. Akademi, sınırları bu yazının konusunu çok aşan korkunç bir güvencesizlik alanı. Neoliberal yıkım sadece vakıf üniversiteleri için değil, bir şirketmiş gibi yönetilmeye çalışılan devlet üniversiteleri için de artık çok yakın, gerçek ve sarsıcı. Söz konusu olan, işinizi her an kaybedebileceğiniz gerçeğindeki güvencesizlik değil yalnızca, çalıştığınız konuda, attığınız imzada “dikkatli” olmanız gerektiğini Barış İmzacısı olduğu için kamu görevinden ihraç edilen 406 akademisyenden biliyoruz. Bu güvencesizlik, kadınsanız sizi iki kere vuruyor. Bir sabah uyandığınızda yaşadığınız taşra şehrinde gazetede hedef gösterilmek de, bekar bir ebeveynken işsiz kalmak da kadınken daha zor.

Göz yummadığı için öldürüldü
Yeniden en başa, kendi hikayeme döneyim. Galiba ben akademiyi en çok da o sunduğu “güvenli alan” illüzyonuna inandığım için seçmiştim. Yıllar içinde bu illüzyon yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi birçok kez parçalandı. Ama başka hiçbir yerin olmadığı gibi akademinin de kadınlar için asla tamamen güvenli bir alan olmayacağını kati suretle anlayışım maalesef 2 Ocak 2019 günü oldu. O gün meslektaşımız, araştırma görevlisi Ceren Damar, kopya çekmesine izin vermediği öğrencisi Hasan İsmail Hikmet tarafından odasında öldürüldü. Bir kadın hocanın kopya çekmesine izin vermemesinin katilin ağrına gitmiş olabileceğini içimiz yanarak tahmin ettik ama dava sırasında savunma avukatının Ceren Damar’ın genç bir kadın olmasından cesaret alan, onu öğrencisiyle ilişki yaşamakla suçlayan sözleri maalesef bir tahmin değildi.

Biz kadınlar buradayız, iyi ki varız!
Gerek maddi gerekse duygusal emeğinizin sömürülmesinden başlayıp taciz ve mobbinge, oradan Ceren Damar örneğinde olduğu gibi öğrenciniz tarafından öldürülmeye uzanabilen bir hikaye akademide kadın olmanın hikayesi. Fakat yaşamın her alanında olduğu gibi akademide de canını dişine takıp direnen, seçtiği çalışma konusundan araştırma yöntemine feminist, eleştirel hatta militan yöntemler benimseyen, bazen kendinden deneyimlilerden bazen genç kadınlardan, öğrencilerden ilham ve güç alıp karşılaştığı cinsiyetçiliğe “hadi oradan” diyen kadınlar var. Buradayız, iyi ki varız!"

* * *

Not1: Bu seriye mektup yazan akademisyenlerin mevcut durumları göz önünde bulundurularak güvenlikleri öncelenmiştir. Kendilerine ve kimliklerine dair herhangi bir ipucuya dahi yer verilmemeye özen gösterilmiştir.

Not2: Akademiden Mektuplar serimizin her bölümü için çizimleri Burcu Mayıs, ayrı ayrı özel olarak hazırlamıştır.

27 Nisan 2022 Çarşamba

Vakıf üniversitelerinde marabayız!

Akademisyenlerle mektuplaşmalarımızın 4. bölümüne yer veriyoruz. Vakıf Üniversiteleri'ndeki akademisyenlerin yaşadıklarına tanıklık edeceğiz

"Feodalitede derebeyinin topraklarında karın tokluğuna çalışan, hasattan karnını doyuracak kadar ürünün kendisine bırakılmasına şükreden marabayım ben. Bana şu dersleri vereceksin, şu işleri yapacaksın denir. İtiraz edersem nankörlükle suçlanırım."

MİHEME PORGEBOL
Söz konusu eğitim olunca en çok tartışılan ve üzerinde en çok söz üretilen konuların başında fırsat eşitliği gelir. Çoğunlukla farklı koşul ve imkânlara sahip iki öğrencinin başarı ihtimallerinin kıyası üzerinden ilerleyen bu tartışmalarda en sık duyulan cümlelerin başında "Başarı puanı yetmiyorsa, parasını verip okur" gibi cümleler gelir. Yetersiz başarı puanına rağmen parasını vererek okunabilen üniversiteler çoğunlukla vakıf üniversiteleridir. 2021-2022 eğitim-öğretim yılına girerken açıklanan verilere göre Türkiye'de 78 vakıf üniversitesi bulunuyor. Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) 2019'da yayımladığı Vakıf Üniversiteleri raporuna göre bu üniversiteler Türkiye'nin yalnızca 11 ilinde bulunuyor ve toplamda 156 bin öğrenciye eğitim veriyor. Bu üniversitelerin de çoğu İstanbul'da. Bu üniversitelerde toplam 13 bin 843 öğretim elemanı bulunuyor.

Şirketler yönetiyor
YÖK'ün kendisi yayımladığı raporlarda vakıf üniversitelerine dair en büyük soruna "Öğretim üyesi sayısı arttırılmalı; Öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı oranı düşürülmeli!" ifadeleriyle dikkat çekiyor. Vakıf üniversitelerinin çoğunda öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 40'ın üzerinde. Yine 2021 yılı raporlarına göre vakıf üniversitelerinde tanıtım ve reklam için yaklaşık 125 milyon TL harcanırken üniversitelerin kütüphane yatırımları 100 milyon civarında seyrediyor. Büyük çoğunluğu şirketler tarafından yönetilen bu üniversitelerde çalışan akademisyenlerin özel sektörün herhangi bir alanında çalışan diğer insanlardan neredeyse hiçbir farkı yok. Hatta çoğu temel hak ve özgürlükler bağlamında birçok sektörden daha dezavantajlı durumdalar. Tahmin edileceği gibi ücretlendirmede usulsüzlükler, ağır iş yükü, mobbing, tehdit, kayırma almış başını gidiyor. YÖK'ün uyguladığı sansür ve baskının yanına bir de üniversitenin bağlı olduğu kişi, kurum ve kuruluşların sansür ve baskılarını da eklediğimizde herhangi bir vakıf üniversitesinde çalışan bir akademisyenin ne kadar özgür olabileceği apaçık beliriyor.
Dizinin bu mektubunda Yeni Özgür Politika okurlarına seslenen kişi bir vakıf üniversitesinde görev yapan bir doçent. Mektup, vakıf üniversitelerindeki sömürü ve tahakkümü içeriden birinin ağzından, tanıklıklarından yola çıkıyor.

"Değerli Yeni Özgür Politika okuyucuları,

Ben bir vakıf üniversitesinde akademisyenim; ya da akademisyen olarak kalmaya çalışıyorum diyeyim. Biz vakıf üniversitesi akademisyenleri birbirimize sık sık “Siz yine iyisiniz bilmem ne üniversitesinde hocalara şöyle şöyle yapıyorlarmış” diye teselli verecek cümleler kurarız. Hep daha fenasını yapan bir başka üniversite vardır. Akademisyenlere sabah 9 akşam 5 mesaisini zorunlu tutan bir üniversite mi mevzu bahis, hemen üniversitenin giriş ve çıkışında kart bastıran örneklerden söz açarız.
-Aa, x üniversitesini duymadın mı? Rektör herkes odasında mı değil mi her gün kontrol ediyormuş.
-Peki ya Y üniversitesini duydun mu? Z hoca saat 16.40’da çıkmış. Genel sekreter cebinden aramış hocam geri dönün lütfen mesainiz daha bitmedi demiş adam yoldan dönmüş.
Bu diyaloglar halimize şükrederek sonuçlanır. Hangi üniversitenin ne kadar akademisyen düşmanı olduğunu birbirimize anlatır dururuz. Mobbingden şikayetçiysek daha ağırını yapan başka üniversite mutlaka vardır, maaşları asgari ücretten yatıran bir üniversiteyi konuşuyorsak ortamdaki biri çıkıp üniversitesinde ders saati ücretinin 30 TL’ den hesaplandığını söyler. Yine halimize şükrederiz.

İrademiz de ipotek altında
Bizim maaşlar iyi ama sigortam asgariden yatıyor diyen arkadaşımızı teselli ederiz ve emekliliğine yakın tam maaş üzerinden sigorta yatıran bir üniversiteye geçmesini salık veririz. Dava açmak mı? Sigortaya şikâyet etmek mi? Yok, biz üniversite sahiplerinin mamelekine dahiliz, irademiz de ipotek altında. Hem dava açarsak başka üniversiteye geçerken bu duyulur, iş bulamayız. Hem zaten sigortayı tam yatıran ya da sözleşmede yazan rakamı maaş olarak ödeyen kaç üniversite kaldı ki? Maaşlarını aylarca alamadıktan sonra akademisyenlerin sessizce ayrıldığı bir üniversite vardı. Yerlerine ders verecek birileri peydahlandı. Bir idareci öyle demişti bir toplantıda bize. “Yeter ki ders vereyim üniversitenizde para istemem diyenler var. Kapımız açık. Beğenmeyen gider. Yerinize yenisi gelir.”

Anonim olmasaydı yazamazdım
Sigortalarının yatmadığı için itiraz eden asistanlara "Nankör" demiş bir mütevelli üyesi, arkadaşımın üniversitesinde. "Şirket mantığıyla yönetiliyor üniversite" diyorsunuz ya hani bence öyle olsaydı vakıf üniversitesi akademisyenlerinin grevlerini ya da en azından kitlesel protestolarını görürdünüz kamuoyunda. yüzde 5 bile zam yapılmadı bu yıl çoğu vakıf üniversitesinde maaşlara. Duydunuz mu hiç? Mektup yazarlarının anonim tutulacağı sözü verilmemiş olsaydı ben bunları yazamazdım. İş güvencem filan yok benim. Kapının önüne koyarlar. Efendim? Doktorama, yayınlarıma, kazandığım ödüllere, parlak CV'me mi güveneyim? Ahaha! Güldürmeyin beni. 21. yüzyılda hortlayan bu vahşi kapitalizmin çarkları liyakat dinler mi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Size olan biteni anlatayım.

Marabayım ben
Birçok vakıf üniversitesinde şirket mantığı filan yok. (Olanları tenzih ederim) Feodalitede derebeyinin topraklarında karın tokluğuna çalışan, hasattan karnını doyuracak kadar ürünün kendisine bırakılmasına şükreden marabayım ben. Bana şu dersleri vereceksin, şu işleri yapacaksın denir. İtiraz edersem nankörlükle suçlanırım. Bana ekmeğimi veren patronuma minnet etmem, onun refahı için çalışıp kârının azalmaması için çabalamam beklenir. Öğrenci sayıları mı düştü, hatta düşme ihtimali mi belirdi, mütevelli ilk önce bana verdiği ekmeği küçültür. Akademisyen maaşları vakıf üniversitelerinin kâra geçmesinin önünde engeldir. Kaşık düşmanı akademisyenler! Zaten ne yapıyorlar ki, taş atıp kolları mı yoruluyor? Akademisyen olmayan bir idareci bir keresinde “Herkes her dersi verir hocam" dediydi bana. "Açar kitabı önüne okur, koyar powerpointi, slaytları sıralar. Uzmanlık alanı falan filan bunları abartmayın” dedi. "Olmaz ama! Alan, kürsü, anabilim dalı ayrımı..." deyip itiraz edecek oldum. “Yok hocam öyle şeyler artık. YÖK bile bıraktı bunları” dedi. Sonra ben de kabullendim. Uzmanlık alanım olmayan dersleri verdim.

22 saat ders zorunlu
Sonra birden senenin ortasında önümüze yeni sözleşme metnini koydular. Haftada 22 saat ders yükü zorunlu yazıyordu. Güldük geçtik. Çoğumuz haftada 26-30 saat arası ders anlatıyorduk. Aynı zamanda idari görevleri yerine getiriyorduk ve düzinelerce öğrencinin danışmanlığını yapıyorduk. Ha bir de akademisyenler SSCI makalesi yayınlamamışsa yıllık performans puanı düşüyordu. Sözleşmesinin yenilenmesi için performans değerlendirmesinden geçmeliymiş. Yıllar içinde performans değerlendirmesinden geçemeyen hocaların sözleşmelerini yenilemeyen üniversiteleri gördük, işsiz kalışlarına tanık olduk. Atları da vurdular, biz de titreyerek izledik. Performans düşüklüğü bahanesiyle asistanları onar onar işten çıkaran ve "Susmazsanız tazminatınızı ödemeyiz" diye tehdit eden vakıf üniversitesini gördünüz mü haberlerde? Gencecik akademisyenler alkışlayarak protestolarını göstermeye çalışıyordu da rektör yardımcısı parmak sallayarak üzerlerine yürüyordu hani. "Eğitim bu değil" diyebildi bir akademisyen. “Eğitim bu!” diye celallenip tekrar üzerlerine yürüdü rektör yardımcısı.

En sindirilmiş çalışan grubuyuz
Kime neyin hesabını sormalı bilemiyorum da rektör yardımcısına iki şeyi sorabilsem iyi olurdu:
1. Zaten işsiz bırakmışsınız bir de dövecek misiniz beyefendi?
2. Siz akademisyen değil misiniz, neden akademisyenlerden yana değil de sermayeden yanasınız?
Bizi bize kırdıran nedir sorusu yapısal analizleri ve tarihsel kurulmuş ittifakları çözümlemeyi gerektiriyor. Misal bizim üniversitede "Maaşınız düşürüldü" mailleri gönderildi. Kime gönderildi, kime gönderilmedi birbirimizden bile sakladık. "Küçülüyoruz, maaş politikası değişti" dediler. O sırada devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin maaşıyla vakıf üniversitesindekilerin maaşının eşitlenmesi kararı çıkmıştı yargıdan. Emsal karar diye gazeteler manşetten verdiler. Uygulanmayacağından emindik, sevinmedik bile. İş hukuku güvenceleriymiş, sözleşmeden doğan haklarımızmış, emsal kararmış bunlar bizim hayatımızı etkilemedi hiç. Biz haklarını aramak konusunda belki de en sindirilmiş çalışan grubuyuz. Örgütlenmemizin bu kadar gecikmesinin sebebinin sadece serbest piyasanın kuralları olduğunu sanmıyorum. Devlette çalışırken sendikalıydık. Bilimsel özerkliğe ve düşünce özgürlüğüne totaliter rejimin müdahalesine karşı örgütlü olarak direnen insanlardık. En azından burada yazdığım çizdiğime sansür uygulanmıyor diye mi bu teslimiyet? Öğrencilere siyasi görüşlerini ifade ettiler diye soruşturma açıp ceza vermeye bizi zorlamıyorlar burada diye mi bu minnet? Gidecek başka bir köy kalmadığı için mi bu atalet?

Değersizleştirildik
Mesela emekli hocaları yaş bahanesiyle tasfiye ettiler. Aralarında 3-5 kuruşu kabul edenleri norm kadroda göstermek için tuttular. Adına şerefiye dediler. “Profesörmüş, doçentmiş kimse vazgeçilmez değil, hepinizi kapının önüne koyar dersleri asistanlara verdirir, ismini kullanmamıza izin veren üç beş emekli profesörün adını da YÖK’te gösteririz görürsünüz gününüzü” mesajı çok netti. "Hoca kısmısına çok yüz vermemek gerek" dedi akademisyen olmayan idareciler yüzümüze karşı. Böyle değersiz hissettirildiğimiz için mi bilmem dayanışamadık, birleşip ortak tavır alamadık. 3-5 kuruş alarak isminin gösterilmesine onay veren emekli hocalar yardımcı doçentlerin, doçentlerin işsiz kalmasına sebep olduklarını bile bile bu değirmene su taşıdılar. Birbirimize güvenemedik.

CİMER’e şikâyet eden!
Öğrencilere de güvenemedik. Duyunca çok üzüldüm, öğrenciler üniversiteyi tercih ederken kadrosunda kaç hoca var, kimler ders veriyor diye bakmıyormuş. Piyasa araştırması yaptırdıkları şirketler mütevelliye öyle söylemiş. Öğrenci nasıl olsa geliyor. Fordist üretimde üretim bandı akıyor. Diploma endüstrisinin çarkları dönüyor. Öğrenci müşteri, bizden de beklenen, çağrı merkezinde “size nasıl yardımcı olabilirim” diyen operatörlerin verdiği gibi bir hizmet. İdari kadrodan akademisyenlere yazılan o bitmez tükenmez “öğrenciye yardımcı olunması …” mailleri! “Öğrencimizin mağdur edilmemesi”, “öğrencinin mağduriyetinin giderilmesi” söz öbeklerinin anlamını vakıf üniversiteleri akademisyenlerine soracaksınız. Çoğu bilir. (Ne mutlu bilmeyene.) Sınavda sorulan sorulardan memnun kalmayan, çalışmayıp sınıfta kalan, kopya çekerek geçmeyi hak ettiğini düşünen öğrencinin mağduriyetinin giderilmesi de görev tanımında. "Bütünlemede hepimizi bıraktı" diye CİMER’e hocasını şikâyet eden vakıf üniversitesi öğrencisi, sana ayrıca kırgınım.

Sevgili Yeni Özgür Politika okuyucuları,
Gördüğünüz üzere akademik üretim buralardan taşınalı epey oldu. Akademisyen kalmaya çalışıyoruz. Öyle hissetmek meslek edindirme kursu kadar bile işlevsel olmayan bir yerde her geçen gün daha zorlaşıyor. Ama beterin beteri var. Geçen gün bir arkadaşım eski üniversitesinde genel sekreterin bölüm başkanına, "Siz bu ay printerdan çok çıktı almışsınız, çıktı alma sayınız dolmuştur" diye antetli, imzalı yazı gönderdiğini anlattı. Bizimkiler lokmamızı sayar gibi aldığımız çıktıyı saymıyorlar en azından. Her marabanın koşulları da aynı değil sonuçta. Bazı derebeyleri daha az zalim. Ne diyelim Allah razı olsun beyim.
"

* * *

Not1: Bu seriye mektup yazan akademisyenlerin mevcut durumları göz önünde bulundurularak güvenlikleri öncelenmiştir. Kendilerine ve kimliklerine dair herhangi bir ipucuya dahi yer verilmemeye özen gösterilmiştir.

Not2: Dosyamızda yer alan çizimler her mektup için özel olarak Burcu Mayıs tarafından hazırlanmıştır.

Akademiler cezaevinden farksız

Cezaevindeki akademisyenler ile Akademi’den Mektuplar serimizin üçüncü bölümünde, akademide tekçiliğin nasıl işletildiğine tanıklık edeceğiz.
 
 Ne olursan ol yine gel” düsturunu cezaevlerinden daha iyi uygulayan yok elbette. Ve şu da doğru: Giriş standartları bakımından günümüz akademisi, bir cezaevi kadar dahi çeşitliliğe izin vermiyor. Akademiye giriş, her geçen gün ayrımcı ve biatçı bir çizgiye yöneliyor. Etnik, cinsel ve dini kimlik, dışlama araçları olarak kullanılıyor."
 
MİHEME PORGEBOL
Seneler önce bir arkadaşım aracılığıyla Türkiye'nin saygın üniversitelerinden birinde çalışan bir akademisyenle tanıştım. Tanıştığımızda edebiyat alanında yardımcı doçentti, şimdilerde profesör. Kampüste gezinirken yaptığımız sohbette o güne dek yaptığı çalışmalarından ve bundan sonra yapmak istediklerinden bahsederken Yaşar Kemal üzerine çalışmak istediğini ancak çalışamadığını söylemişti. "Neden?" diye sorduğumda yeni tanıştığı birine ne kadar güvenebileceğini ölçüp tartarcasına duraksayıp Yaşar Kemal'in kimliğini hatırlatmış, akademik esarete dikkat çekmişti. Yaşar Kemal'in kimliği ve edebiyatının işaret ettikleriyle kıyaslayarak tam ifadeleri hatırlamamakla birlikte "Daha hakkıyla Can Yücel çalışamıyoruz, Yaşar Kemal'e mi müsaade edecekler" demişti.

"Akademiden Mektuplar" başlıklı bu diziye başlarken artık profesör olan o akademisyenin çalışmalarına göz gezdirdim, çalışmaları arasında hâlâ Yaşar Kemal'e dair bir şey yoktu. Bu kısa anı Türkiye akademisinde bilgi üretimi ve araştırmanın koşul ve kriterlerine dair yeterince fikir sahibi olmama yetmişti. Biraz da bu anıdan referansla "Akademiden Mektuplar" dizisi içerisinde en çok tartışılması gereken konunun bilgi üzerindeki tahakküm ve akademik özgürlük olduğunu düşündüm. Bu konuyu anlatması için mektuplaştığım ve birazdan mektubunu okuyacağınız kişi de bir akademisyen/di. "Barış Bildirisi"ne imza attığı için işinden edildi. Mektubunda Türkiye akademisinin bir cezaevine ne kadar benzediğini anlatıyor:

"Saygıdeğer Yeni Özgür Politika okuru;

Normalde bu mektubu “akademi”den yazmam gerekiyor. Akademi deyince akla muhtemelen Yüksek Öğretim Kanunu kapsamına giren bir yükseköğretim kurumu veya kurumları geliyordur, yani kısaca üniversite. Yükseköğretim kurumlarının da bütün çalışanlarını ve aktörlerini değil, bilhassa öğretim kadrosunda yer alan kişileri düşünürüz akademi dendiğinde. Bu çağrışımıyla öğrenciler ve idari personel dışarıda kalır. Böyle olunca da akademi, genel tabirle “hocalar”dır. Ben bu mektupta size akademiden seslenirken öncelikle aklımda akademinin bu biraz daha dar alanı olacak. Öğrencileri dışarıda bırakan böyle bir bakışı gerekçelendiren muhtemelen o “hocalar” denen kişilerin  kurumlardaki kalıcılıkları ve otoriteleri. İdari personeli dışarıda bırakmanın gerekçesi ise akademi tabirinin bilhassa doğrudan bilgi üretim, öğretim ve paylaşım sürecine atıf yapması. Fakat yine de, yükseköğretim kurumlarıyla resmi bağı olanların biraz dışını da dikkate almak gerekiyor. Bu kurumlarla ücretli çalışan olmak şeklinde bağı olmayan bir grup insan da, gevşek ve tartışmalı sayılabilecek ölçütler dahilinde akademinin içinde görülebilir. Bunlar, yüksek lisans öğrencileri ve mezunları ile bilhassa bunlardan akademik kabul edilen entelektüel faaliyetlere katılanlar. Dolayısıyla güncel siyasetin dışında bir miktar akademik disiplini gözeterek ve akademik çevrelerle münasebeti koruyarak yürütülen entelektüel faaliyetler pekala akademinin içinde kabul edilebilir. Belki de, resmi anlamıyla akademiye olasılığı hukuken tükenmemiş eski bir akademisyen olarak kendimde sizlere akademiden seslenme hakkını görmemi mümkün kılmak için uydurduğum bir genişletmedir bu. Takdir sizin. Ne derseniz deyin, akademiye ilişkin eskimiş tanıklıklarla değil, Barış Bildirisi olarak anılan metni imzaladığı için veya darbe girişimi sonrası muhtelif irtibat, iltisak iddialarıyla akademiden uzaklaştırılan, ilk durumda yüzlerce, ikinci durumda binlerce akademisyen gibi akademiyle geçmişte var olan bağı inkar edilmeme rağmen, akademinin “içinden” yazacağım.

Akademi cezaevi gibi
Anlatacağım şey, kısaca, bilebildiğim kadarıyla yükseköğretim kurumlarıyla resmi bağı olsun olmasın bu akademik şahısların yaptıkları işi nasıl yapmakta oldukları. Bulundukları akademinin ne menem bir yer olduğu. Eğer varsa bir beklentiniz, akademik dünyanın bu beklentiyi karşılayıp karşılayamayacağı.

Farklı seçeneklerden elimde akademinin bugünkü halini anlatmaya en uygun kurum, cezaevi gibi geldi. Teşbihte hata olmaz diyerek affınıza sığınıyorum elbet, çünkü cezaevinin genel yapısı yanındaki hali hazırda uygulanan hukuk ve insanlık dışı politikaların ne çok can yaktığını bilmiyor değilim. Hatta cezaevlerinde pek çok akademi mensubunun olduğunu da biliyorum. Ama akademiyi insani kurumlardan birine benzeteceksek, pek çok ortak özelliği ve pratiğiyle cezaevine benziyor.

Çeşitliliği ifade eder ama...
Akademiyi akademi yapan şeylerden biri, belki de en önemlisi, zenginliği veya çeşitliliğidir. Bu çeşitlilik, akademinin ruhuna düşman olanlar ile akademik beceri ve yetilere asgari düzeyde bile sahip olmayanları dışlamak kaydıyla, akla gelebilecek her türden çeşitliliği ifade eder. Dil, din, ırk, cinsiyet, etnik köken, mezhep, siyasi görüş, kültür; akademide kendine yer bulur. Akademi, mensuplarının bu özelliklerini dışlama amacıyla göremez; ama adil ve hakkaniyetli bir temsil için bu özelliklere de bakar. Kamunun yansıması olan çeşitliliğin görünür hale gelmesini ister ya da istemelidir. Hatta akademi, gündelik hayatta görünemeyen kimliklerin varlığını öncelikle garanti altına alan yerdir. Bilginin konusu da, bilgiye yönelen perspektif de, çeşitliliği yok sayarak tekliğe indirgenemez, indirgenmemelidir.

Ayrımcı bir çizgiye yöneliyor
Cezaevi, diyerek başlayacağım cümlenin, biraz da espriyle, zaten bu ideal akademi tanımına bir ölçüde uyduğunu söyleyebilirsiniz elbette. Gerçekten de cezaevlerinin kapısı, iktidara biraz olsun kafasını kaldıran, hatta bazı durumlarda kafasını kaldırma potansiyelini barındıran herkese sonuna kadar açık. Cezaevlerinin kabul standartları akademiye oranla çok daha düşük. “Ne olursan ol yine gel” düsturunu cezaevlerinden daha iyi uygulayan yok elbette. Ve şu da doğru: Giriş standartları bakımından günümüz akademisi, bir cezaevi kadar dahi çeşitliliğe izin vermiyor. Akademiye giriş, her geçen gün ayrımcı ve biatçı bir çizgiye yöneliyor. Etnik, cinsel ve dini kimlik, dışlama araçları olarak kullanılıyor. Güvenlik soruşturması, akademiye ilk kez alınanların karşısında Kafka’nın Dava’sı kadar bilinmez ve aleyhe işleyen bir pratik olarak çıkıyor. Akademik yükseltme jürileri, bir zamanların yetersizlikleri sebebiyle ıskartaya çıkartılmış öğretim üyelerinin çoğunluğu sağlayacağı tarzda, ama salt “siyaseten istenmeyeni eleme” esasına göre çalışır tarzda.

Her türlü baskı aygıtı kullanılıyor
Evet, haklısınız, bu noktada kurduğum analoji başarısız. Fakat kurum içi pratik açısından cezaevinin çeşitliliği bastırışı ile akademi arasında hayli benzerlik var. Cezaevinin kapıları müthiş bir çeşitlilik içerisinde herkese açık fakat içeriye girdiğinizde her türlü kimliğinizin bastırılması için usul ve pratikler var. Dışarıda bir ölçüye kadar deneyimleyebildiğiniz özgürlük, içeride kanuna, yönetmeliğe, yönergeye kasten yansıtılmamış durumda. Üstelik “içeride” olmanızın nedeni kimi zaman o kimliğiniz olduğunda, tam da onun inkar edilmesi, bastırılması için özel bir çaba da harcanıyor. Mektubu uzatmamak için, hepimizin bildiği “anadil” yasaklarını anıp geçeyim. Buna bir de, mahpusların okuyabilecekleri kitaplar ve izleyebilecekleri yayınlar üzerindeki kısıtlamaları ekleyeyim. İşte akademi, tam da varlık sebebinin aksi istikamette, sadece bugün veya son yirmi yıldır değil, ama son dönemde çok daha ağır bir şekilde, toplumdaki çeşitliliği kişisel temelde bünyesinde barındırmamak, var olanları da görünmez kılmak için elinden gelen her türlü baskı aygıtını kullanıyor.

Her zaman mobbing var
Adın kimi zaman konmuş kimi zaman konmamış veya kişiye özel uygulanan dil yasakları, cinsel yönelime yönelik baskılar, mezhep düşmanlıkları, kadınların yükselmesinin önündeki duvarlar, siyasi görüşlerin kimine karşı çok sert, kimine karşı biraz daha müsamahalı ama her zaman mobbinge varan müdahaleler vs. Akademi, bir cezaevi pratiği olarak, kendi standardını Türklükle, Müslümanlıkla, Sünnilikle, sağcılıkla, hetero-erkeklikle belirlediği standardını kendi mensuplarına dayatmaktan çekinmiyor. Bu dayatma, sadece kişilerin akademide yer alma, yani yükseköğretim kurumlarında resmi bir kadroyla veya iş sözleşmesiyle bulunma, akademik toplantılara katılma, akademik kurumlarda yönetici pozisyonunda olma, akademik yükseltme kurullarında görev yapma, bilimsel dergilerin yönetim ve hakem kurullarında yer alma, hatta kimi zaman dergilerde yayın yapma açısından gözetilmiyor. Dayatma aynı zamanda bilimsel/akademik faaliyetin konusuna da yöneliyor.

Akademinin içi boşaltıldı
Akademik çalışma yürütecek insanlar, eğer bu araştırmayı yükseköğretim kurumlarına bağlı olarak yürütüyorlarsa, karşılarında tez danışmanlarını, tez savunma jürilerini, akademik yükseltme jürilerini, proje birimlerini; hani konuları çalışmayacaklarını kimi zaman açıkça kimi zaman aba altından sopa göstererek işaret eden infaz koruma memurları olarak buluyorlar. Eğer çalışmasını bağımsız bir şekilde yürütmüş ve bir dergide yayımlayacak veya yurtdışında bir üniversitede tez yazmış da denkliğini ilgili kurumdan talep edecekse, ya derginin editör veya hakemi o çalışmanın en hafifinden sakıncalı olduğunu söylüyor yahut da usuller delinerek yürütülen denklik değerlendirme sürecinin sonucunda tezin suç unsuru barındırdığından bahisle suç duyurusunda bulunulabiliyor. İşte cezaevi ve akademi, çeşitliliğin görünmez kılınmasında, hatta farklıların ıslah edilerek tektipleştirilmesine hizmet etmesinde burada birleşiveriyor. Hele bir de bu ıslah ve tektipleştirmenin, akademisyenler hakkında konuşmayı tercih ettiğim için hesaba katmadığım öğrenci boyutundaki etkileri hesaba katılacak olursa, akademi, evinizin oturma odasında, mahalle kahvesinden veya cami önündeki banklardaki kalabalıklardan farksız bir yere dönüşüveriyor.

Psikolojik işkence!
Mektubun başında teşbihte hata olmaz diyerek affınıza sığındığımı hatırlatarak, akademi, cezaevinin veya karakolların dışında yapılabildiği kadarıyla fiziksel olmasa da psikolojik işkencenin de tezahür ettiği yer olarak karşımıza çıkıyor. Akıl almaz soruşturmalar, izan kabul etmez hakaretler, aşağılamalar, atamalar vs. İstenmeyeni, ötekini, farklıyı, standardın dışındakini ya biat etmeye zorlayarak ağır bunalımlara sürüklüyor yahut da akademinin dışına atarak hayatını zorlaştırıyor. KHK’ler rejimiyle birlikte idarenin eline geçirdiği muazzam suçlama ve eleme yetkisi, kimi iktidar için bilinçli bir şekilde, kimi de herhangi bir ilkesi ve ülküsü olmaksızın fırsatçılıkla davranan işbirlikçilerin, çoğunlukla salt bilimsel merak ve hedeflerle akademiye gelmiş insanların hayatlarını çekilmez kılmasına, bunu yaparken de akademinin ideal görünümünden uzaklaşılmasına sebep oluyor.

İhanet ettiler
Sonuç, en iyisinden, hiçbir hakiki merak olmaksızın yürütülen, toplumsal gerçekliğe ve ihtiyaçlara temas etmeyen bilimsel araştırmalar, en kötüsünden de gerçekliği çarpıtmak ve inkar etmek için bilimsel çalışma görüntüsünde üretilen bir kısım zırvalıklardır. Bu zırvalıklar, elbette ki hiçbir bilimsel, rasyonel sebep sonuç ilişkisine ihtiyaç duymadan, akademinin dayandığı hikmeti hükümetin gerekçelendirilmesine bir retorik işlevi de görür. Böylece akademik üretim, gerçek bir toplumsal ihtiyaca karşılık gelmeyen çalışmalar ile devletin basit bir aygıtından öteye gitmeyenler olarak ikiye bölünür. Bunların sahipleri de, içeriği boş olsa da yayın sayısı sayesinde böbürlenenler ile devletin güç odaklarının dikkatini çekmeyi başarırsa daha fazla güce, daha fazla paraya kavuşacağı ümidine taslayanlardır. Her halükarda akademi, çalışanlarıyla, yöneticileriyle ve ürettikleriyle topluma ve hakikate, varlık nedenlerine, kendisini yaratanlara ve hizmet ettiği takdirde varlık iddiasında bulunabileceklerine ihanet etmiştir.

Son söz olarak, mektubumda özgürlük kelimesini sadece bir yerde kullandığımı fark ettim. Sanırım sebebi, akademiyi eleştirirken bile artık özgürlük kelimesini kullanmanın israftan başka bir anlam taşımıyor olması.

Akademinin hal-i pür melali, biraz da budur sevgili okur."

* * *

Not1: Bu seriye mektup yazan akademisyenlerin mevcut durumları göz önünde bulundurularak güvenlikleri öncelenmiştir. Kendilerine ve kimliklerine dair herhangi bir ipucuya dahi yer verilmemeye özen gösterilmiştir.

Not2: Dosyamızda yer alan çizimler her mektup için özel olarak Burcu Mayıs tarafından hazırlanmıştır. 
 

20 Nisan 2022 Çarşamba

Akademide rüşvet, yolsuzluk ve torpil çarkı

"Akademik kadroların satın alınmasından tutun da, intihalli makalelere, hatta tezlere, iktidar tarafından atanan rektörlerin kendi yakınlarını akademik kadrolara yerleştirmesine, yine iktidar yandaşı akademisyenlerin kolaylaştırıcı olarak bulundukları konumlarda kendi görüşlerine yakın kişilere kadro vermesine değin birçok rüşvet, yolsuzluk ve torpil durumu gelişti."

MİHEME PORGEBOL
Türkiye akademisinin sorunlarını bu sorunların mağdur ve muhataplarından okuduğumuz "Akademiden Mektuplar" serisi kapsamında yayımlanan ilk mektupta onlarca yıl emek verip dirsek çürüten insanların yaşadıklarını okuduk. Mektup bize sayısız sınav, neredeyse her yıl değişen mevzuat, yeterlilikler ve imkânlar açısından akademiye girmenin günden güne nasıl daha da zorlaştığını gösteriyordu. Belki de bu sorunlar büyük bir çoğunluğu ilgilendirdiği için sistemin toplamının yarattığı bir dezavantaj olarak yorumlanabilir. Ancak akademiye girerken karşılaşılan sorunlar yalnızca bunlar değil. Lisans seviyesinden itibaren başlayan eşitsizliklerin en büyük sebeplerinin başında herkesin yıllardır bildiği fakat hiç kimsenin bir türlü önüne geçemediği rüşvet, yolsuzluk ve torpiller geliyor. Biz de serinin ikinci mektubunda bu konuyu hocamızdan okuyacağız:

"Sevgili Yeni Özgür Politika okuyucuları,

Öncelikle merhaba. Yeni Özgür Politika emekçilerine akademi gibi üyesi olanın sesinin çok çıktığı ancak merkezin çevresinde gezinen yani aday konumda olanların sesinin bile isteye kısıldığı bir kuruma karşı kurulacak eleştirellikte söz hakkı verdikleri için çok teşekkürler. Kabul etmek gerekir ki, akademi birçok insanın hayallerini süsleyen bir kurum. Öğrencilik hayatının başından itibaren insanlar bu kurumda yer edinebilmek için gece gündüz çalışırlar. Özellikle gençliğin de verdiği heyecanla çok güzel hayallere sebeptir. Ancak zamanla bunun bilindiği kadarıyla başlı başına bir emek işi olmadığı içerisine girildikçe daha çok anlaşılır ve hayal kırıklığı başlar.

Her türlü entrika var
Toz pembe bir tablo çizilmesi zaten her durum için sakıncalıdır. Ancak işin içine vaatler, destekler, öne sürülmeler girdikçe bir insan neden hayal kurmasın ki? Dolayısıyla bu durum kişinin dünyayı sadece toz pembe görmesiyle alakalı değildir. Aynı zamanda onun bu akademik çevre içerisinde rağbet görmesiyle de ilgilidir. Bir anlamda kişi yatırım yapılan ve bunun karşılığında kâr edilmesi gereken bir tür meta olarak düşünülür. Kâr aşamasında da, maliyetin mümkün olduğu kadar az olması açısından türlü entrika, mobbing, psikolojik ve hatta fiziksel şiddet, taciz vb. birçok kötü muameleye maruz kalır.

Tahribat büyük
Elbette bu süreçlerin kişisel yönü olduğu gibi toplumsal ve siyasal yönleri de var. Ben daha çok meselenin siyasal yönüne, yani Türkiye’de mevcut siyasal iklimin akademi üzerinde yarattığı tahribata odaklanmak istiyorum. Zannedersem bu çalışma için mektuplaşılan başka akademisyenler konunun kişisel ve toplumsal yönleriyle ilgili geniş açıklamalarda bulunacaklar. Bir anlamda, kişisel hikayeler farklılaşsa da yolun yolcusu olan herkesin uğradığı muameleler hemen hemen ortaklaşıyor.

Yağma düzeni
Türkiye’de bilindiği üzere bir yağma düzeni mevcut. Bu yağma düzeninde halkın olması gereken kaynaklar adeta yangından kaçırılırcasına iktidar etrafında hizalanan grupların veya “eski Türkiye” burjuvazisinin kasalarına akıyor. Böylesi bir siyasal durumda, yağma düzeninin her yere sirayet etmesi kaçınılmaz. Platoncu bir mantıkla bakarsak kötü yönetimlerde, yönetici elitin yaratmak istediği insan tipi onun uygulamalarından doğan karakterdedir. Bir anlamda devletin yöneticisi/yöneticileri nasıl davranırsa, davranışı kurumlara benzer şekilde yansır. Bu yansıma topluma zuhur eder ve ahlaken çöküş başlar. Örnekleri çeşitlendirebiliriz, Kürt Savaşı’nın yarattığı ırkçılık, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış sonrası kadınlara yönelik şiddette artış, ekolojik talanın devlet eli dışında özel şirketlerle de sürdürülüyor oluşu ve bunun yüksek bir kâr alanı olarak görülmesi vb. birçok şey sıralanabilir. Bunların hepsi iktidarın dışında gelişen şeylerdir ancak diğer yandan iktidarla da doğrudan ilişkilidir. Hiç şüphesiz bu bir genelleme olarak algılanmamalıdır. Elbette bu düzene karşı koyan insanlar mevcuttur. Bunu da en iyi Yeni Özgür Politika okuru olan insanlar bilmektedir.

Suç ortakları çok fazla
Ancak şu da gerçek ki, bu talan düzeninin suç ortağı olan insanların sayısı da hiç azımsanmayacak düzeydedir. Hatta çoğunlukta bile denilebilir. Bu, bana kalırsa, dile getirilmesi gereken bir şey. Bu talan düzeninden nemalanan bir insanın işbirlikçi olduğu tespitini ortaya koyarak evvela bu düzenle mücadele edilebilir diye düşünüyorum. Yani hiçbir şeyden haberi olmayan, masum ve tüm olaylar çevresinde ondan bağımsız gelişiyormuş gibi gelişen bir halk anlatısının kurulması bu yönden bakınca oldukça sorunlu görünüyor. Oysa insanlar çevrelerinde olup biten olayları muhakkak gözlemleyebilirler. Gözlemledikleri gibi fikir sahibi de olabilirler. Fikir sahibi olduktan sonra nasıl harekete geçileceği ahlaki bir tutumdur. Hele ki bunun, yüksek eğitimli olarak tanımlanabilecek akademik çevrelerde nasıl vuku bulduğunu bir düşünelim. Sistemi ve işleyişini büyük anlatılarla tahlil eden ancak diğer yandan bu sisteme iştirak etmekte herhangi bir beis görmeyen akademisyenlerin sayıları hiç de azımsanmayacak düzeyde. Bana kalırsa, suçun sebepleri ve sonuçları bilerek işleniyor olması cezasını daha da ağırlaştırmalı.

Tasfiye dalgası...
Akademi açısından olaya bakarsak, başta da belirttiğim gibi toz pembe bir tablo çizmek yalan söylemek olur. Ancak özellikle Kürt Savaşı’nın tekrar şiddetlendiği 2015’ten günümüze süregelen süreçte, Barış Akademisyenleri’nin karşı koyuşu, buna karşılık ise devletin uyguladığı şiddet biçimi üzerinde durulmalı. 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’nden sonra KHK’larla yönetilen Türkiye’de hemen her devlet kurumunda olduğu gibi akademide de “temizlik” adı altında büyük bir tasfiye dalgası gelişti. Bu dalga neticesinde savaşa karşı çıktığı için işlerinden atılan akademisyenlerin yerine daha çok işbirlikçi diyebileceğimiz kişilerin gelmesi kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıktı. Öyle ya, iktidar temizlik yaparken ayağının takılabileceği tüm “unsurları” ortadan kaldırmak istemişti.

Kadrolar satın alındı
Temizlik gerçekleştikten sonra Türkiye’de üniversitelerde ortaya çıkan yozlaşma birçok biçimde kendisini belirgin şekilde gösterdi. Akademik kadroların satın alınmasından tutun da, intihalli makalelere, hatta tezlere, iktidar tarafından atanan rektörlerin kendi yakınlarını akademik kadrolara yerleştirmesine, yine iktidar yandaşı akademisyenlerin kolaylaştırıcı olarak bulundukları konumlarda kendi görüşlerine yakın kişilere kadro vermesine değin birçok rüşvet, yolsuzluk ve torpil durumu gelişti. Bunlar kimi zaman basına yansıdığı kadarıyla bilindi, pek çoğu ise kapalı kapılar ardında sürdürülmeye devam ediyor. Elbette öncesinde hiç gerçekleşmeyen durumlar değil. Ancak akademide rüşvet, yolsuzluk ve torpilin gelişmesine karşılık hukuk kurumlarının gösterdiği kayıtsızlığın da özellikle son dönemde ciddi şekilde gerçekleştiğini vurgulamakta yarar var.

Boğaziçi direnişi önemli
Böylesi bir düzende ve yönetim anlayışında üniversitelerin özerkliğinin ortadan kalkması kaçınılmaz. Boğaziçi Üniversitesi şahsında gelişen üniversite gençliği direnişleri bir anlamda bu talan düzenine karşı topyekün bir direniş imkanı sundu. Öğrencilerin adeta hocalarına ders verircesine sokaklara çıktıkları, okullarını direniş alanına dönüştükleri eylemsellik hali akademideki talan düzenine karşı mücadelenin mihenk taşı. Elbette Boğaziçi öğrencilerinin başlattığı direniş bir ilk değil. Geçmişten günümüze üniversite gençliğinin direnişleri Türkiye siyasi tarihinde hep bir belirleyen vazifesi gördü. Ancak devletin saldırısı öncekilere nazaran daha şiddetli denilebilir. Toplumun savunma reflekslerinin önemli oranda felç edildiği günümüz Türkiye’sinde öğrenci direnişleri akademik haysiyetin kurtarılmasında da büyük anlam taşıyor. Naçizane dileğim, bu direnişlerin günümüz gençliğinin özgün karakterinde tahlil edilerek anlaşılması ve desteklenmesi yönünde.

Mektubumu okuyan herkese teşekkürler. Dayanışmayla, direnmek, direnerek yaşamak ümidiyle…"


Not: Bu seriye mektup yazan akademisyenlerin mevcut durumları göz önünde bulundurularak güvenlikleri öncelenmiştir. Kendilerine ve kimliklerine dair herhangi bir ipucuya dahi yer verilmemeye özen gösterilmiştir.

Not: Haberimizde kullandığımız çizim Burcu Mayıs tarafından dosya konusuna göre özel olarak hazırlanmıştır.

* * *
Yandaşa peşkeş çekilenler

Basına yansıyan bazı yolsuzluk, torpil ve rüşvet iddiaları:

* Iğdır Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Finans Bankacılık ve Sigortacılık bölümündeki ‘Maliye' programına öğretim görevlisi almak için 8 Aralık 2021 tarihinde ilan verdi. Süreç sonunda bu kadroya, Finans Bankacılık ve Sigortacılık bölümünün bağlı olduğu İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin dekan yardımcısı Selçuk Ekici’nin eşi Filiz Ekici atandı. Selçuk Ekici’nin eşinin akademik kadro alabilmesi için alım şartlarının iki kez değiştirildiği, Ekici’nin eşine uygun şartlar eklenerek boş kadroya Filiz Ekici’nin atanmasının sağlandığı ileri sürüldü. (Cumhuriyet Gazetesi, 27 Ocak 2022)

* Batman Üniversitesi’ne 6 Şubat 2021 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Prof. Dr. İdris Demir atandı. Henüz görev süresi bir yıl dolmadan Demir, bir önceki rektörler gibi akrabalarının ve yakınlarının üniversitede kadro almasını sağladı. Kız kardeşi Hatice Demir, üniversitede öğretim görevlisi olarak işe başlarken İdris Demir, eşinin bir akrabasını özel kalem müdürü, korumasını bilgi işlem daire başkanı, başka bir akrabasını ise güvenlik amiri olarak atadı. (Gazete Duvar, 3 Şubat 2022)

* Çorum Hitit Üniversitesi'nde görülmemiş bir kadrolaşma yaşandı. Üniversitede görev yapan eski dekan, profesör, öğretim görevlilerinin çoğunun soyadının aynı olması sosyal medyanın gündemine oturdu. Akademik kadrodan en az on çiftin soyadının aynı olduğu görüldü. (Sözcü Gazetesi, 19 Eylül 2018)

* İzmir Katip Çelebi Üniversitesi’nde birbiriyle akraba oldukları iddia edilen 27 kişinin üniversite bünyesinde işe alındığı iddiası doğru çıktı. İzmir Katip Çelebi Üniversitesi’ndeki akrabalara kadro iddiaları ile ilgili olarak YÖK’ün sorusuna cevap veren Rektör Köse, üniversite bünyesindeki 27 kişinin birbiriyle akraba olduklarını bildirdi. (İzmir Gazetesi, 2 Kasım 2021)

* KTÜ Rektörü Selayman Baykal'ın üç kızı, bir damadı ve yeğeni üniversiteye öğretim üyesi olarak yerleşti. Rektör'ün kızlarından ikisi ve damadı Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi. Dr. Hanife Baykal Şahin, Rehabilitasyon ana bilim dalında, eşi Dr. Mürsel Şahin ise Kardiyoloji ana bilim dalında öğretim üyesi oldu. Dr. Leyla Baykal Şahin, KTÜ Dermatoloji ana bilimde. Üçüncü kızı Elif Baykal Kablan ise KTÜ Mühendislik Fakültesi Bilgisayar bölümünde. (Oda Tv, 28 Şubat 2021)

* Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'nin (ÇOMÜ) torpil atamaları ile “aile üniversitesi”ne dönüştürüldüğü ortaya çıktı. Üniversitedeki eş, dost, akraba atamaları sadece akademik personel içinde 250’yi aştı. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) üniversiteleri “cezası var” diyerek uyarsa da kişiye özel ilanlarla kurulan akademik kadroya, idari personel ve işçi kadroları da eklenince ÇOMÜ’deki skandal yüzlerce kişilik bir akrabalık ağına dönüştü. (KRT TV, 24 Nisan 2019)

19 Nisan 2022 Salı

Akademi değersizleştirildi

"Hayır, ben hayalperest değildim. Çizdiğim yol bir düş değildi. İyi niyetli ve azimliydim, bu bir hata değildi. Utanması gerekenler de ben ve benim gibiler değiliz. Hayatını akademik alana göre düzenlemiş, doktorasını tamamlamış ama akademik kadroya alınmamış 1000’i aşkın kişi var bu ülkede. Bu bizim utancımız değil, bu ülkenin utancıdır."

MİHEME PORGEBOL
Bilgi, tarihin tüm evrelerinde insan toplumları için en büyük güç ve ilerleme aracı olmuştur. Her ne kadar yaşamsallaşmadığı müddetçe birey ve toplumun yaşam standartlarına doğrudan etkisi olamasa da bilginin varlığı açtığı duygusal ve düşünsel yeni pencerelerle hem birey için hem de toplum için kendini gerçekleştirebilmenin en önemli aracıdır. Birey ve toplumlar için geleceğe bakmanın anahtarıdır. Bu bağlamda bilgi, yaşamın sürekliliğine dair umut biriktirir. İnsan uygarlığının maddi ve manevi tüm ihtiyaçlarına yanıt verir bir pozisyonda duran bilgi, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin de birincil anahtarıdır. İnsan uygarlığının maddi ve manevi tüm ihtiyaçlarına yanıt verir bir pozisyonda duran bilgi, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin de birincil anahtarıdır. Bizi talep ve beklentilerimiz doğrultusunda devinim içerisinde tutar. Kendimizi gerçekleştirebilme yeterliliği sağlar. Varlığını gerçekleştirmek gerçek anlamda bir özgürlüğe, yani insanın yaşam pratikleri içerisinde maddi ve manevi tatminine tekabül eder. Dolayısıyla burada kilit noktada olan bilgi, özgürlük istenciyle dolu insanın hem maddi hem de manevi temel ihtiyaçlarından biridir. Tarih boyunca toplumların örgütlenme pratiklerine baktığımızda bilgi üretiminde akademilerin kaçınılmaz, yadsınamaz rol üstlendiğini görürüz.

Bilgi üretme
Oysa tarih boyunca her şey gibi bilgiyi de zapturapt altında tutmaya çalışan egemenler, akademileri kontrol altında tutma eğilimindedirler. Günümüzde bilgiyi manipüle edip tüketen kapitalist modernist sistemler de, akademiyi zapturapt altına alıp bilgi üretimini kısıtlıyor hatta engelleyebiliyor. Türkiye'de iktidara geldiğinden beri her alanda çürümeye sebep olan AKP de, en büyük savaşlarından birini akademiye açtı. Oysa hala akademide yer alıp geleceğe umutla bakmamızın en güçlü enstrümanı olan bilgiyi ezilenin ihtiyaçları doğrultusunda üretmeye çalışanlar da var. Biz de mevcut akademinin durumuna bu insanların gözünden bakmak istedik. İçeriden insanların akademiye dair neler söyleyebileceğini merak ettik. Akademilerde bilgi üretmeye devam eden farklı kimlik ve alanlardan akademisyenlerle mektuplaştık. 7 mektuptan oluşacak olan bu dizide akademinin genel durumu, akademisyenlerin tanıklıkları, egemenlerin bilgi üzerindeki tahakküm politikaları ve tüm bunların akademisyenlerin yaşamlarına etkisine odaklanacağız. Bu çerçevede dizinin ilk mektubunda "Akademiye giriş ve imkânlar"ı ele alacağız.

"Yeni Özgür Politika okuyucularına,

Merhabalar, öncelikle bu kadar değerli bir çalışma başlattığınız için kendi adıma gazetenize teşekkürü borç bilirim. Akademi, bilgi üretiminin merkezi olması gerekirken bugünkü geldiği noktada maalesef bu misyonun önemi silinmiş, akademi ve bilgi üretimi değersizleştirilmiştir. Bu nedenle alanda daha çok çalışma yapılmalı, akademinin önünü açacak inceleme ve eleştiriler hızlandırılmalıdır diye düşünüyorum. Ben sizlere, akademiye girememenin hikâyesini elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım.

Hayallerim vardı
Yaklaşık on beş yıllık üniversite eğitim hayatının doktora tezi aşamasında olan biriyim. Hem alanımı çok sevdiğim hem de bilgi üretip eleştirel yaklaşıma ağırlık vermek istediğim için henüz lisans eğitimime başlarken bile akademik sahada ilerlemek istediğimi biliyordum. Hedefim belliydi, akademisyen olup bilgiyi çoğaltmak ve kendimi güncel tutmak niyetindeydim. Sürekli alanıma dair üretimler yapmak ve üretim yapacak gençlerin eğitimlerini destekleyip onların düşüncelerini açmak hayalleri kuruyordum. Fakat işler, o zamanlar hayalini kurduğum gibi ilerlemiyormuş. Bunu anlamam uzun zamanımı aldı, belki de çok geç dediğim bir zamandayım şimdi.

Sınavları kovaladım
Türkiye’de akademik sahaya bir araştırmacı veya öğretim üyesi olarak alınabilmenin sağlam bir zemini hiçbir zaman kurulamadı. Düzen ve şartlar sürekli değişti, adaylar kendilerini değişikliklere adapte etmek zorunda bırakıldı. Bu değişiklikler kimi zaman birilerinin çıkarına olurken kimi zaman birileri haksızlığa uğradı ama hiçbir zaman son on yıldaki haksızlıklar yaşanmadı diye düşünüyorum. Maalesef ben de bu dönemde önüne akademi hedefi koymuş biriyim. Henüz lisansta iken ALES, KPDS, ÜDS (daha sonra bunlar birleşip YDS oldular) gibi sınavları kovalamaya giriştim. Lisansüstü eğitime başlayabilmek için bu sınavlardan yüksek puanlar almak şart. Sınavlarda inanılmaz bir rekabet ortamı doğuyor doğal olarak ve siz de bu ortama kapılmak zorunda kalıyorsunuz. Başka şansınız yok çünkü. Ne kadar yüksek puan, o kadar iyi bir lisansüstü fırsatı. Genelde sizin eleştirel düşünce kabiliyetinize, yeni bilgiler üretebilme kapasitenize değil sınav notunuza bakılır ve düşünceniz ne kadar sabit olursa olsun sınavlarınız yüksekse kabul alırsınız (mülakatların işlerliğine biraz sonra değineceğim).

Kriterler gözardı edildi
Ben de sınavlara çok çalışıp iyi puanlar aldım ve yüksek lisans eğitimime başladım. Artık ilk ciddi adımı atmıştım ve heyecanlıydım. Bir yandan da araştırmacı olarak akademiye girebilmenin koşullarını öğrenmeye çalışıyordum. Daha öncesinde merkezi atama vardı ve ben yüksek lisansa başlarken ÖYP denen sistemi getirdiler. ÖYP’nin problemi şuydu: Az önce bahsettiğim kriterler tamamen gözardı edildi ve akademiye alınacak kişinin sadece sınav puanlarına bakıldı. Ben hiçbir zaman ÖYP denemedim, şu anda da denemediğim için pişman değilim. Ama bu sistemle atananlar tanıdım. Aynı alanda olup benim kadar başarılı olmadığını açıkça bildiğim insanlar ALES ve yabancı dil puanlarını çok yüksek tutabildikleri için akademisyenliğe hak kazandılar. Tabii burada bir fırsatçılıktan bahsetmiyorum -ki kendileri de daha sonra mağdur oldular. Bense eğitimime devam ettim. Zannettim ki çok çalışırsam, kendimi geliştirirsem, çok okuyup araştırırsam mutlaka olur. Yine bir yanılgı içinde olduğumu doktora aşamasında yaşadıklarımda anlayacaktım.

Umudum bitti
Çalışmaya ve kendimi geliştirmeye devam ederken doktora ders aşamasını bitirip tez aşamasına geçtim ve akademik kadro arayışlarım bu dönemde hızlandı. ÖYP kalkmıştı, eski sistem geri gelmişti. Sınavlara girip çıkmaya devam ediyordum, notlarım da çok iyiydi. Artık çalışıp gelir elde etmenin zorunluluğu ve kendimi odakladığım hedefin gerekliliğiyle alanımda akademik kadro aramaya başladım. Ancak alanıma yönelik kadro açılmıyordu. Şöyle örnek verebilirim ki iki yılda üç veya dört araştırma görevlisi kadrosu açılıyordu. Bu kadar az kadro ilanı olmasının bir sebebinin elbette devlet politikası olduğunu sonradan anladım. Gelenekçi, sorgulamayan, eleştirmeyen bir yaklaşımla kadrolara ağırlık veriliyordu. Farklı bakış açılarının yürütülmesi gerektiği alanlara müthiş bir ilgisizlik vardı. Açılan bu az sayıdaki kadrolara da ben giremiyordum çünkü herkesin tahmin edeceği üzere isme özel ilanlar açılıyordu. Bu ne demek?

Herhangi bir üniversitenin yüksek mevkideki birinin tanıdığı, tanıdığının çocuğu akademik alana girebilsin diye göstermelik bir kadro ilanı açılır, göstermelik sınavlar yapılır, bizim gibiler şehir dışından bin bir emekle o sınava giderler, sonuçlar açıklanır ve ne hikmetse sınavda beş on dakika durmuş birisi kadroyu almıştır. Biz de emekleri tekrar yüklenip döneriz eski yerimize. Bazen kalkıp sınava gitmenize bile gerek yoktur çünkü açılan ilanda “gerekli şartlar” kısmında öyle bir koşul vardır ki anlarsınız, birine açılmıştır o ilan. Uzun bir sürem bu şekilde geçti. Çalışınca olmayacağını artık kabullendim, kabullenmek de kolay değildi. Akademide kimsem yoktu, hâlâ da yok, çalışmaya devam ettim ama artık ne kadro ilanlarını takip ediyorum ne de bana haber verilen ilanlara başvuruyorum. Umudum da isteğim de bitti artık. Şahit olunanlardan sonra insanda ne heves kalıyor ne de enerji.

Çizdiğim yol bir düş değildi
Kendimi birey olarak ve alanımdaki birikim olarak getirdiğim noktadan asla pişman değilim. Elbette daha çok yolum var ama artık kendimi geliştirme yolumu akademide çizmiyorum maalesef. Kendimi hayalperest olarak niteleyip geçmişte kendime çok kızdığım da oldu ama şimdi dönüp baktığımda şunu diyorum: Hayır, ben hayalperest değildim. Çizdiğim yol bir düş değildi. İyi niyetli ve azimliydim, bu bir hata değildi. Utanması gerekenler de ben ve benim gibiler değiliz. Hayatını akademik alana göre düzenlemiş, doktorasını tamamlamış ama akademik kadroya alınmamış 1000’i aşkın kişi var bu ülkede. Bu bizim utancımız değil, bu ülkenin utancıdır. "

* * *

Not 1: Bu seriye mektup yazan akademisyenlerin mevcut durumları göz önünde bulundurularak güvenlikleri öncelenmiştir. Kendilerine ve kimliklerine dair herhangi bir ipucuya dahi yer verilmemeye özen gösterilmiştir.

Not 2: Haberde kullandığımız çizimi Burcu Mayıs yaptı.

* * *

İstatistiklerle Türkiye Akademisi

Yükseköğretim Kurulu'nun güncel istatistiklerine göre Türkiye'de 207 üniversite aktif olarak eğitim ve öğretim veriyor. Üniversitelerin çoğu İstanbul, Ankara ve İzmir'de yer alıyor. Küçük şehirlerdeki üniversiteler her anlamda adaletsiz yatırım ve imkanlara sahipken üç büyük metropoldeki üniversiteler görece daha geniş imkanlara sahip. Özellikle küçük şehirlerdeki üniversitelerin en büyük sorunlarının başında öğretim elemanı yetersizliği geliyor. Fakülte, enstitü, yüksekokul, meslek yüksekokulları ve araştırma uygulama merkezlerinin toplam sayısı 8 bin 47 iken üniversitelerde aktif olarak eğitim veren toplam bölüm sayısı ise 19 bin 172.

Türkiye üniversitelerinde okuyan öğrenci sayıları şöyle:

Önlisans Erkek Öğrenci: 1 milyon 505 bin 909

Önlisans Kadın Öğrenci: 1milyon 608 bin 714

Toplam: 3 milyon 114 bin 623

Lisans Erkek Öğrenci: 2 milyon 452 bin 128

Lisans Kadın Öğrenci:2 milyon 224 bin 529

Toplam: 4 milyon 676 bin 657


Yüksek lisans Erkek Öğrenci: 177 bin 977

Yüksek lisans Kadın Öğrenci: 165 bin 592

Toplam: 343 bin 569


Doktora Erkek Öğrenci: 55 bin 558

Doktora Kadın Öğrenci: 50 bin 590

Toplam: 106 bin 148


Genel Toplam Erkek: 4 milyon 191 bin 572

Genel Toplam Kadın: 4 milyon 49 bin 425

Genel Toplam: 8 milyon 24 bin 997


Türkiye üniversitelerinde görev yapan öğretim elemanlarının sayıları şöyle:


Erkek Profesör: 21 bin 487

Kadın Profesör: 10 bin 692

Toplam: 32 bin 179


Erkek Doçent: 12 bin 44

Kadın Doçent: 8 bin 91

Toplam: 20 bin 135


Erkek Doktor Ö. Ü.: 22 bin 547

Kadın Doktor Ö. Ü.: 18 bin 944

Toplam: 41 bin 491


Erkek Öğretim Görevlisi: 18 bin 891

Kadın Öğretim Görevlisi: 19 bin 486

Toplam: 38 bin 377


Erkek Araştırma Görevlisi: 25 bin 160

Kadın Araştırma Görevlisi: 27 bin 269

Toplam: 52 bin 429


Erkek Genel Toplam: 100 bin 129

Kadın Genel Toplam: 84 bin 482

Genel Toplam: 184 bin 611