3 Mayıs 2022 Salı

Akademisyenin bir günü...

 "Akademideki kişisel işlerle bölüm işleri arasındaki ayrım her zaman net değildir. En çok asistanlar çeker bu belayı. Sonunda emek sömürüsü olur, en ufak bir itirazınızda sözleşmenizin yenilenmemesiyle tehdit edilebilirsiniz. Bunun yoğunluğunun kişinin kimliğine göre değiştiğini söylememe gerek yok sanırım. Kadınlar, Kürtler, muhalifler..."

MİHEME PORGEBOL

Akademi denince insanların zihninde birbirinden farklı birçok imaj belirebiliyor. Bunlardan en belirgini ise akademisyenlerin kalburüstü bir hayat yaşadığı algısı. Bu algının nereden geldiği, nelerden kaynaklandığını bilmiyorum ancak dizi boyunca okuduğumuz mektuplardan da anlaşılacağı üzere gerçeklik öyle değil. Her ne kadar iktidarlarla iş tutan bir kesim akademisyenin gayet yüksek standartlarda hayatlar sürdüğünü biliyor olsak da üniversitelerde çalışan yaklaşık 200 bin akademisyenin toplamına baktığımızda çoğunluğun aslında çok da rahat bir hayat sürmediğini, önemli bir kısmının toplumun geri kalanıyla aynı kaygı ve sıkıntıları çektiğini söyleyebiliriz. Zaten Türkiye'de hayatın her alanında bu böyle değil mi? Hangi alanda çalışıp hangi kesimden olduğunuzun önemi yok yaşam standartlarınızın ortalamanın üstünde olması için; iktidarla iş tutmanız yeterlidir. Oysa muhalifseniz ortalama bir yaşam sürmeniz bile çok düşük bir ihtimal. Önceki mektuplarda bahsedilen sorunların tamamını yaşamanın yanında bir de ekonomik kaygılarla cebelleşirsiniz. 

Peki bir akademisyen bir gününü nasıl geçirir? Henüz kendini bir işçiyle kıyaslayan bir akademisyen tanımadım ancak ağır mesailer, mobbing, amir/üst tacizi akademilerde almış başını giderken akademisyenler için de günlük hayatın koşturmacası herkesteki gibi işliyor. Serinin bu mektubunda hatırı sayılır bir devlet üniversitesinde görece yüksek derecede bir unvanla görev yapan bir akademisyenin aktarımlarını okuyacağız.

Mehmet Fatih Tıraş... 

Mektuba geçmeden önce gazetemizin okuyucularına bir isimden bahsetmek istiyorum. Mehmet Fatih Tıraş. Devletin Kürdistan'da yürüttüğü savaşa karşı akademisyenler tarafından yayımlanan Barış Bildirisi'ne imza attığı için Çukurova Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'ndeki görevinden ihraç edildi. Mehmet Fatih Tıraş ihraç edildiğini öğrendiğinde ilk tepki olarak "Keşke dönemin bitmesini bekleselerdi. Çocuklar derslerinden olacak" diyebildi. Daha sonra hocasına yazdığı mektubu ortaya çıktı Mehmet Fatih Tıraş'ın; orada “Hakkımda alınan karar gelecekte beni çok zor duruma düşürecek” diyordu. Öyle de oldu. Tıraş'ın başvurduğu hiçbir üniversite hakkındaki ihraç kararı nedeniyle başvurusunu değerlendirmeye almadı. Dışarıdan özel dersler alması bile engellendi, işsizliğe mahkum edildi. Yaşadığı psikolojik baskı travmaya dönüştü ve Tıraş tüm bunlara dayanamayarak 25 Şubat 2017 tarihinde yaşamına son verdi. Tıraş'ın yaşadıkları, Türkiye'de akademisyenlerin hangi koşul ve baskılar altında yaşayıp bilgi üretmeye çalıştığının kanıtı olarak önümüzde duruyor. Anısına saygıyla...

"Sevgili Yeni Özgür Politika okuyucuları,

Bir devlet üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. 16 yıldır akademinin içindeyim. Haftada 26 saat derse giriyorum, bir yandan da alanım ile ilgili çalışmalarımı sürdürüyorum. Devlet, verdiğim derslerin on saatini ödediği maaşa sayıyor, üstüne ise ek ders ücreti veriyor. Bir öğretim dönemi boyunca ek ders ücretlerinden kazandığım para 4 bin, 5 bin lira arasında değişiyor. Bu da aylık 800-900 liraya denk geliyor. Bunlardan bahsetmemin nedeni günlük yaşamımın büyük ölçüde bu tür hesaplamalara bağlı olması. 

Eşim ve çocuğumla büyükşehirlerden birinde yüz on metrekarelik bir kiralık dairede yaşıyoruz. Eşim işsiz. Mesleğiyle ilgili projelerden gelen işleri alıyor bazen, serbest zamanlı çalışıyor yani. Atanamayanlardan o da… İşteki yükümden dolayı çocuğumuzun gün içindeki bakımıyla o ilgileniyor. Çocuğumuzun kreşe gittiği yarım günde ne yapıyor yapacaksa. Yaşamımızı insani bir noktada sürdürebilmek için çalışmamız gerekiyor. 

Haftanın üç günü oldukça yoğun bir ders programım var. Sabah dokuzda mesaim başlıyor, bazı günler ise ikinci öğretim derslerinden dolayı gece ona kadar devam ediyor. Bazı sabahlar eşim ve çocuğumun peşine takılıyorum, beni işe bırakıyorlar. Bazı sabahlar da toplu taşımayla gidiyorum işe. Evim üniversiteye biraz uzak. Dönüşte de çoğunlukla toplu taşımayı kullanıyorum. Giderken biraz daha rahat ama dönüşte etten bir blok hâlinde ilerliyoruz kentte. 

Umutsuzluktan okula devam etmiyorlar

İş yerim üniversitenin en eski binalarından birinde, dökülüyor. Buna karşılık en kalabalık bölümlerden biriyiz. Sınıflar kırk kişilik, ders nüfusu ise neredeyse bunun iki katını buluyor. Pandemiden önce bu yer yetersizliği bizi çok zorluyordu ancak pandemiden sonra çok fire vermeye başladık. Öğrencilerimizin üçte biri maddi imkânsızlıklardan ve geleceğe dair umutsuzluktan dolayı okula devam etmiyor. Gelenlerin de çoğu “bitirelim de gidelim” mantığında. Onları mesleğe bağlayabilecek herhangi bir neden yok ve çok azı yaşamlarında bunun için gerekli olan motivasyona sahip.

Derslere sömestr aralarında ya da yaz tatilinin sonlarına doğru hazırlanıyorum. Çoğu yıllardır verdiğim dersler olduğu için gerektiği takdirde mevcut malzememde güncellemeler yapmam yeterli oluyor. Her zaman bu kadar şanslı olmuyorum tabii. Bazen çeşitli nedenlerden dolayı pek bir ilgimin olmadığı derslere de girdiğim oluyor. O zaman pek çok şeyi baştan öğrenmek zorunda kalıyorum ve tahmin edilebileceği üzere huzursuz zamanlar yaşıyorum.

Projelerle parayı çevirebilmelisiniz!

Sınıflardaki teknik donanımdan söz etmek gerekirse kısaca her şeyin çok kötü olduğunu söyleyebilirim. Projeksiyonu kullanmak için bile çile çekebiliyorum. Kampüsteki yeni binalarda bu sorun çoğunlukla çözülmüş ancak bu olanaklara ulaşmak için bölümler hiyerarşisinde yüksek sıralarda olmalı ve yüksek bütçeli projelerle parayı çevirebilmelisiniz. Fiziksel ortam yüz yüze eğitim kalitesinin en belirleyici yanı. Üniversite sadece bir bina değil evet ama tebaası arasındaki uzlaşmayla oluşmuş bir aidiyet çatısı olmalıdır. Bu kurumu bin yıldır işler kılan şey bu psikolojik ve fiziksel bağ. Tesisler bu uzlaşıya verilen önemin bir göstergesi. 

Her an fişlenebilirsin

Derslerdeki anlatılarımızı hiçbir zaman dilediğim şekilde kurgulayamıyorum çünkü uzmanlık alanımdan kaynaklı olarak anlatı zeminimizdeki mayınımız çok fazla. Her an CİMER’e ya da üniversite yönetimine bir şikâyet gidebilir. Din düşmanı, vatan haini ya da terörist olarak tanımlanabilirsiniz. Bir de sizden pek hazzetmeyen biri varsa yukarıda ipinizin çekilmesi, tüm düzeninizle oynanması, maddi ve manevi tahribat için küçük bir çarpıtma çoğu zaman yeterlidir. Bu tavrın derslerle sınırlı kalmadığı da sanırım tahmin edilebilir. 2016’da önce Barış İmzacıları ve ardından FETÖ soruşturmaları ile başlayan tasfiye süreci üniversitelerin üstünde sallanan koca bir parmak yarattı, bazen oradakileri tehdit ediyor bazen de “şşş” diyor.

Taşeronun insafına kalmış

Benim kuşağımdan olan akademisyenlerin ne olursa olsun bir ortak dil oluşturabildiğini söyleyebilirim. Politik çatışmalarımız olsa da sanırım bir sınıf bilinci de gelişmiş. Çoğu zaman tatmin edici olmayan bir asgaride buluşabiliyoruz, bu da en azından devam etmeyi sağlıyor. Yine de bazen “büyüklerde” gördüğümüz saçmalıkların nasıl başladığı hakkında fikir veren şeylerle de karşılaşıyorum. Bu biraz korkutucu olabiliyor.

Yemeğimi çoğu zaman evden getiriyorum. Eğer dışarıda yiyeceksem yemekhaneye gitmekle dışarıda iki kap yemek arasında gidip geliyorum çünkü fiyatları neredeyse aynı. Ayrıca yemekhanede çıkan yemeklerin kalitesinden bahsetmek bile istemiyorum. Taşeron firmanın insafına kalmış bir gastronomi. Çay- kahve bölümdeki personelden her ay toplanan belli bir miktar parayla oluşturulan fondan alınıyor. Bölümün olduğu katta küçük bir mutfak var. Çay belirli saatlerde demleniyor, biz de gidip alıyoruz mutfaktan. Dersim yoksa bazen birileriyle laflıyorum, çoğu zaman çalışmalarıma bakıyorum çünkü başka zaman yok. 

 Sözleşmeli çalıştırılıyorlar

Eve gittiğimde çocuğumla ilgilenmem gerekiyor ve ancak gece saat ondan sonra bir şeyler yapabilecek duruma geliyorum. O sırada da biraz rahatlamak, eşimle vakit geçirmek ve çalışmak arasında tercih yapmak zorunda kalıyorum. Günler her zaman ders-yemek-çalışma çizgisinde pürüzsüz geçmiyor. Üniversiteler mobbingin en fazla görüldüğü yerlerden biri. Özlük haklarımız 657 ile 2547 arasında kaldığı için savunmasızız. Memurluk haklarından yararlansa da bir akademisyen doçent unvanını alana kadar sözleşmeli olarak çalıştırılıyor. Doçent unvanını almanız kurumun size doçentlik kadrosu vermek zorunda olduğu anlamına gelmiyor. Yani YÖK nezdinde doçent olsanız dahi üniversite kadronuzu çıkarmadığı için unvanınız doçent, kadronuz doktor olarak uzun yıllar çalışmaya devam edebilirsiniz.

Kadınlar, Kürtler, muhalifler...

Asistanken yılda bir, doktor öğretim üyesiyken üç yılda bir yenilenen sözleşmeniz amirlerinizin olumsuz görüşleriyle yenilenmeyebilir. Bunun için çok rahatlıkla genel sebepler gösterilebilir. Ayrıca akademideki kişisel işlerle bölüm işleri arasındaki ayrım her zaman net değildir. En çok asistanlar çeker bu belayı. Sonunda çoğu zaman emek sömürüsüne dönüşen bir işleyiş oluşur ve en ufak bir itirazınızda sözleşmenizin yenilenmemesiyle tehdit edilebilirsiniz. Bu bazen açık bir şekilde yapılır bazen imalarla. Bunun yoğunluğunun kişinin kimliğine göre değiştiğini söylememe gerek yok sanırım. Kadınlar, Kürtler, muhalifler...

Kurum bu haldeyken yalnızca yapmış olmak için yıl içinde pek çok performans değerlendirme raporu talep ediliyor. Bu raporlar üniversitenin olanaklarını geliştirmek için toplanan veriler olarak kullanılmıyor, bunların bize dönüşü genellikle yayın baskısı oluyor. Yöneticiler tek bir perspektiften bakarak uzmanlık alanlarındaki yayın sayısını yeterli ya da yetersiz buluyorlar. Bunu da kadrolar için koz olarak kullanıyorlar. Şu an Türkiye’deki yüzlerce akademik dergide yüzlerce vasıfsız makale çıkıyorsa, bunun liyakatsizlikten sonraki en önemli nedeni bu yayın baskısıdır. 

Vasatın bolluğu 

Elbette bir yıl içindeki yayın sayısına bağlı olarak verilen teşvik de vasatın bolluğunda etkili. Teşvik almak için araştırmacının aşması gereken baraj o kadar yüksek ki pek çok kişi eline geleni yazmaktan çekinmiyor, hiç dergi bulamasa yılda altı sayı çıkan dergilerde parayla makale bastırıyor. Ben yavaş çalışanlardanım. Bir makaleyi yazmam neredeyse altı ayımı alıyor. Yılda en fazla iki ya da üç makale, en fazla iki bildiri hazırlayabiliyorum. Bunlarla teşvik almak pek mümkün olmuyor. Maaşım ve az biraz verilen ders ücretimle baş başayım anlayacağınız. Fon da yok…

Önceleri iş çıkışında, bazen yalnız bazen eş dost, bir şeyler içmeye gider, günün yorgunluğunu, kurumun tozunu üstümden atmaya çalışırdım. Bu artık pek mümkün değil malum… Açıkçası son bir yıldır evden işe işten eve bir yaşantım oluştu. Binadan otobüs durağına kadar yürüdüğüm sakin yolu seviyorum. Bazen bir sigara içiyorum, bazen yalnızca müzik dinliyorum. Bazen, özellikle mesaiye kaldıysam, sessizliği tercih ediyorum. Benim gibi mesaiye kalmışlarla seyrek düzen bir yolculuk yaparak kent merkezine ulaşıyorum. Aydınlık caddelerden yürüyüp uykusuz gözlerimi kısıp eve geliyorum ve günüm tükeniyor."

****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder