27 Nisan 2022 Çarşamba

Vakıf üniversitelerinde marabayız!

Akademisyenlerle mektuplaşmalarımızın 4. bölümüne yer veriyoruz. Vakıf Üniversiteleri'ndeki akademisyenlerin yaşadıklarına tanıklık edeceğiz

"Feodalitede derebeyinin topraklarında karın tokluğuna çalışan, hasattan karnını doyuracak kadar ürünün kendisine bırakılmasına şükreden marabayım ben. Bana şu dersleri vereceksin, şu işleri yapacaksın denir. İtiraz edersem nankörlükle suçlanırım."

MİHEME PORGEBOL
Söz konusu eğitim olunca en çok tartışılan ve üzerinde en çok söz üretilen konuların başında fırsat eşitliği gelir. Çoğunlukla farklı koşul ve imkânlara sahip iki öğrencinin başarı ihtimallerinin kıyası üzerinden ilerleyen bu tartışmalarda en sık duyulan cümlelerin başında "Başarı puanı yetmiyorsa, parasını verip okur" gibi cümleler gelir. Yetersiz başarı puanına rağmen parasını vererek okunabilen üniversiteler çoğunlukla vakıf üniversiteleridir. 2021-2022 eğitim-öğretim yılına girerken açıklanan verilere göre Türkiye'de 78 vakıf üniversitesi bulunuyor. Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) 2019'da yayımladığı Vakıf Üniversiteleri raporuna göre bu üniversiteler Türkiye'nin yalnızca 11 ilinde bulunuyor ve toplamda 156 bin öğrenciye eğitim veriyor. Bu üniversitelerin de çoğu İstanbul'da. Bu üniversitelerde toplam 13 bin 843 öğretim elemanı bulunuyor.

Şirketler yönetiyor
YÖK'ün kendisi yayımladığı raporlarda vakıf üniversitelerine dair en büyük soruna "Öğretim üyesi sayısı arttırılmalı; Öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı oranı düşürülmeli!" ifadeleriyle dikkat çekiyor. Vakıf üniversitelerinin çoğunda öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 40'ın üzerinde. Yine 2021 yılı raporlarına göre vakıf üniversitelerinde tanıtım ve reklam için yaklaşık 125 milyon TL harcanırken üniversitelerin kütüphane yatırımları 100 milyon civarında seyrediyor. Büyük çoğunluğu şirketler tarafından yönetilen bu üniversitelerde çalışan akademisyenlerin özel sektörün herhangi bir alanında çalışan diğer insanlardan neredeyse hiçbir farkı yok. Hatta çoğu temel hak ve özgürlükler bağlamında birçok sektörden daha dezavantajlı durumdalar. Tahmin edileceği gibi ücretlendirmede usulsüzlükler, ağır iş yükü, mobbing, tehdit, kayırma almış başını gidiyor. YÖK'ün uyguladığı sansür ve baskının yanına bir de üniversitenin bağlı olduğu kişi, kurum ve kuruluşların sansür ve baskılarını da eklediğimizde herhangi bir vakıf üniversitesinde çalışan bir akademisyenin ne kadar özgür olabileceği apaçık beliriyor.
Dizinin bu mektubunda Yeni Özgür Politika okurlarına seslenen kişi bir vakıf üniversitesinde görev yapan bir doçent. Mektup, vakıf üniversitelerindeki sömürü ve tahakkümü içeriden birinin ağzından, tanıklıklarından yola çıkıyor.

"Değerli Yeni Özgür Politika okuyucuları,

Ben bir vakıf üniversitesinde akademisyenim; ya da akademisyen olarak kalmaya çalışıyorum diyeyim. Biz vakıf üniversitesi akademisyenleri birbirimize sık sık “Siz yine iyisiniz bilmem ne üniversitesinde hocalara şöyle şöyle yapıyorlarmış” diye teselli verecek cümleler kurarız. Hep daha fenasını yapan bir başka üniversite vardır. Akademisyenlere sabah 9 akşam 5 mesaisini zorunlu tutan bir üniversite mi mevzu bahis, hemen üniversitenin giriş ve çıkışında kart bastıran örneklerden söz açarız.
-Aa, x üniversitesini duymadın mı? Rektör herkes odasında mı değil mi her gün kontrol ediyormuş.
-Peki ya Y üniversitesini duydun mu? Z hoca saat 16.40’da çıkmış. Genel sekreter cebinden aramış hocam geri dönün lütfen mesainiz daha bitmedi demiş adam yoldan dönmüş.
Bu diyaloglar halimize şükrederek sonuçlanır. Hangi üniversitenin ne kadar akademisyen düşmanı olduğunu birbirimize anlatır dururuz. Mobbingden şikayetçiysek daha ağırını yapan başka üniversite mutlaka vardır, maaşları asgari ücretten yatıran bir üniversiteyi konuşuyorsak ortamdaki biri çıkıp üniversitesinde ders saati ücretinin 30 TL’ den hesaplandığını söyler. Yine halimize şükrederiz.

İrademiz de ipotek altında
Bizim maaşlar iyi ama sigortam asgariden yatıyor diyen arkadaşımızı teselli ederiz ve emekliliğine yakın tam maaş üzerinden sigorta yatıran bir üniversiteye geçmesini salık veririz. Dava açmak mı? Sigortaya şikâyet etmek mi? Yok, biz üniversite sahiplerinin mamelekine dahiliz, irademiz de ipotek altında. Hem dava açarsak başka üniversiteye geçerken bu duyulur, iş bulamayız. Hem zaten sigortayı tam yatıran ya da sözleşmede yazan rakamı maaş olarak ödeyen kaç üniversite kaldı ki? Maaşlarını aylarca alamadıktan sonra akademisyenlerin sessizce ayrıldığı bir üniversite vardı. Yerlerine ders verecek birileri peydahlandı. Bir idareci öyle demişti bir toplantıda bize. “Yeter ki ders vereyim üniversitenizde para istemem diyenler var. Kapımız açık. Beğenmeyen gider. Yerinize yenisi gelir.”

Anonim olmasaydı yazamazdım
Sigortalarının yatmadığı için itiraz eden asistanlara "Nankör" demiş bir mütevelli üyesi, arkadaşımın üniversitesinde. "Şirket mantığıyla yönetiliyor üniversite" diyorsunuz ya hani bence öyle olsaydı vakıf üniversitesi akademisyenlerinin grevlerini ya da en azından kitlesel protestolarını görürdünüz kamuoyunda. yüzde 5 bile zam yapılmadı bu yıl çoğu vakıf üniversitesinde maaşlara. Duydunuz mu hiç? Mektup yazarlarının anonim tutulacağı sözü verilmemiş olsaydı ben bunları yazamazdım. İş güvencem filan yok benim. Kapının önüne koyarlar. Efendim? Doktorama, yayınlarıma, kazandığım ödüllere, parlak CV'me mi güveneyim? Ahaha! Güldürmeyin beni. 21. yüzyılda hortlayan bu vahşi kapitalizmin çarkları liyakat dinler mi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Size olan biteni anlatayım.

Marabayım ben
Birçok vakıf üniversitesinde şirket mantığı filan yok. (Olanları tenzih ederim) Feodalitede derebeyinin topraklarında karın tokluğuna çalışan, hasattan karnını doyuracak kadar ürünün kendisine bırakılmasına şükreden marabayım ben. Bana şu dersleri vereceksin, şu işleri yapacaksın denir. İtiraz edersem nankörlükle suçlanırım. Bana ekmeğimi veren patronuma minnet etmem, onun refahı için çalışıp kârının azalmaması için çabalamam beklenir. Öğrenci sayıları mı düştü, hatta düşme ihtimali mi belirdi, mütevelli ilk önce bana verdiği ekmeği küçültür. Akademisyen maaşları vakıf üniversitelerinin kâra geçmesinin önünde engeldir. Kaşık düşmanı akademisyenler! Zaten ne yapıyorlar ki, taş atıp kolları mı yoruluyor? Akademisyen olmayan bir idareci bir keresinde “Herkes her dersi verir hocam" dediydi bana. "Açar kitabı önüne okur, koyar powerpointi, slaytları sıralar. Uzmanlık alanı falan filan bunları abartmayın” dedi. "Olmaz ama! Alan, kürsü, anabilim dalı ayrımı..." deyip itiraz edecek oldum. “Yok hocam öyle şeyler artık. YÖK bile bıraktı bunları” dedi. Sonra ben de kabullendim. Uzmanlık alanım olmayan dersleri verdim.

22 saat ders zorunlu
Sonra birden senenin ortasında önümüze yeni sözleşme metnini koydular. Haftada 22 saat ders yükü zorunlu yazıyordu. Güldük geçtik. Çoğumuz haftada 26-30 saat arası ders anlatıyorduk. Aynı zamanda idari görevleri yerine getiriyorduk ve düzinelerce öğrencinin danışmanlığını yapıyorduk. Ha bir de akademisyenler SSCI makalesi yayınlamamışsa yıllık performans puanı düşüyordu. Sözleşmesinin yenilenmesi için performans değerlendirmesinden geçmeliymiş. Yıllar içinde performans değerlendirmesinden geçemeyen hocaların sözleşmelerini yenilemeyen üniversiteleri gördük, işsiz kalışlarına tanık olduk. Atları da vurdular, biz de titreyerek izledik. Performans düşüklüğü bahanesiyle asistanları onar onar işten çıkaran ve "Susmazsanız tazminatınızı ödemeyiz" diye tehdit eden vakıf üniversitesini gördünüz mü haberlerde? Gencecik akademisyenler alkışlayarak protestolarını göstermeye çalışıyordu da rektör yardımcısı parmak sallayarak üzerlerine yürüyordu hani. "Eğitim bu değil" diyebildi bir akademisyen. “Eğitim bu!” diye celallenip tekrar üzerlerine yürüdü rektör yardımcısı.

En sindirilmiş çalışan grubuyuz
Kime neyin hesabını sormalı bilemiyorum da rektör yardımcısına iki şeyi sorabilsem iyi olurdu:
1. Zaten işsiz bırakmışsınız bir de dövecek misiniz beyefendi?
2. Siz akademisyen değil misiniz, neden akademisyenlerden yana değil de sermayeden yanasınız?
Bizi bize kırdıran nedir sorusu yapısal analizleri ve tarihsel kurulmuş ittifakları çözümlemeyi gerektiriyor. Misal bizim üniversitede "Maaşınız düşürüldü" mailleri gönderildi. Kime gönderildi, kime gönderilmedi birbirimizden bile sakladık. "Küçülüyoruz, maaş politikası değişti" dediler. O sırada devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin maaşıyla vakıf üniversitesindekilerin maaşının eşitlenmesi kararı çıkmıştı yargıdan. Emsal karar diye gazeteler manşetten verdiler. Uygulanmayacağından emindik, sevinmedik bile. İş hukuku güvenceleriymiş, sözleşmeden doğan haklarımızmış, emsal kararmış bunlar bizim hayatımızı etkilemedi hiç. Biz haklarını aramak konusunda belki de en sindirilmiş çalışan grubuyuz. Örgütlenmemizin bu kadar gecikmesinin sebebinin sadece serbest piyasanın kuralları olduğunu sanmıyorum. Devlette çalışırken sendikalıydık. Bilimsel özerkliğe ve düşünce özgürlüğüne totaliter rejimin müdahalesine karşı örgütlü olarak direnen insanlardık. En azından burada yazdığım çizdiğime sansür uygulanmıyor diye mi bu teslimiyet? Öğrencilere siyasi görüşlerini ifade ettiler diye soruşturma açıp ceza vermeye bizi zorlamıyorlar burada diye mi bu minnet? Gidecek başka bir köy kalmadığı için mi bu atalet?

Değersizleştirildik
Mesela emekli hocaları yaş bahanesiyle tasfiye ettiler. Aralarında 3-5 kuruşu kabul edenleri norm kadroda göstermek için tuttular. Adına şerefiye dediler. “Profesörmüş, doçentmiş kimse vazgeçilmez değil, hepinizi kapının önüne koyar dersleri asistanlara verdirir, ismini kullanmamıza izin veren üç beş emekli profesörün adını da YÖK’te gösteririz görürsünüz gününüzü” mesajı çok netti. "Hoca kısmısına çok yüz vermemek gerek" dedi akademisyen olmayan idareciler yüzümüze karşı. Böyle değersiz hissettirildiğimiz için mi bilmem dayanışamadık, birleşip ortak tavır alamadık. 3-5 kuruş alarak isminin gösterilmesine onay veren emekli hocalar yardımcı doçentlerin, doçentlerin işsiz kalmasına sebep olduklarını bile bile bu değirmene su taşıdılar. Birbirimize güvenemedik.

CİMER’e şikâyet eden!
Öğrencilere de güvenemedik. Duyunca çok üzüldüm, öğrenciler üniversiteyi tercih ederken kadrosunda kaç hoca var, kimler ders veriyor diye bakmıyormuş. Piyasa araştırması yaptırdıkları şirketler mütevelliye öyle söylemiş. Öğrenci nasıl olsa geliyor. Fordist üretimde üretim bandı akıyor. Diploma endüstrisinin çarkları dönüyor. Öğrenci müşteri, bizden de beklenen, çağrı merkezinde “size nasıl yardımcı olabilirim” diyen operatörlerin verdiği gibi bir hizmet. İdari kadrodan akademisyenlere yazılan o bitmez tükenmez “öğrenciye yardımcı olunması …” mailleri! “Öğrencimizin mağdur edilmemesi”, “öğrencinin mağduriyetinin giderilmesi” söz öbeklerinin anlamını vakıf üniversiteleri akademisyenlerine soracaksınız. Çoğu bilir. (Ne mutlu bilmeyene.) Sınavda sorulan sorulardan memnun kalmayan, çalışmayıp sınıfta kalan, kopya çekerek geçmeyi hak ettiğini düşünen öğrencinin mağduriyetinin giderilmesi de görev tanımında. "Bütünlemede hepimizi bıraktı" diye CİMER’e hocasını şikâyet eden vakıf üniversitesi öğrencisi, sana ayrıca kırgınım.

Sevgili Yeni Özgür Politika okuyucuları,
Gördüğünüz üzere akademik üretim buralardan taşınalı epey oldu. Akademisyen kalmaya çalışıyoruz. Öyle hissetmek meslek edindirme kursu kadar bile işlevsel olmayan bir yerde her geçen gün daha zorlaşıyor. Ama beterin beteri var. Geçen gün bir arkadaşım eski üniversitesinde genel sekreterin bölüm başkanına, "Siz bu ay printerdan çok çıktı almışsınız, çıktı alma sayınız dolmuştur" diye antetli, imzalı yazı gönderdiğini anlattı. Bizimkiler lokmamızı sayar gibi aldığımız çıktıyı saymıyorlar en azından. Her marabanın koşulları da aynı değil sonuçta. Bazı derebeyleri daha az zalim. Ne diyelim Allah razı olsun beyim.
"

* * *

Not1: Bu seriye mektup yazan akademisyenlerin mevcut durumları göz önünde bulundurularak güvenlikleri öncelenmiştir. Kendilerine ve kimliklerine dair herhangi bir ipucuya dahi yer verilmemeye özen gösterilmiştir.

Not2: Dosyamızda yer alan çizimler her mektup için özel olarak Burcu Mayıs tarafından hazırlanmıştır.

Akademiler cezaevinden farksız

Cezaevindeki akademisyenler ile Akademi’den Mektuplar serimizin üçüncü bölümünde, akademide tekçiliğin nasıl işletildiğine tanıklık edeceğiz.
 
 Ne olursan ol yine gel” düsturunu cezaevlerinden daha iyi uygulayan yok elbette. Ve şu da doğru: Giriş standartları bakımından günümüz akademisi, bir cezaevi kadar dahi çeşitliliğe izin vermiyor. Akademiye giriş, her geçen gün ayrımcı ve biatçı bir çizgiye yöneliyor. Etnik, cinsel ve dini kimlik, dışlama araçları olarak kullanılıyor."
 
MİHEME PORGEBOL
Seneler önce bir arkadaşım aracılığıyla Türkiye'nin saygın üniversitelerinden birinde çalışan bir akademisyenle tanıştım. Tanıştığımızda edebiyat alanında yardımcı doçentti, şimdilerde profesör. Kampüste gezinirken yaptığımız sohbette o güne dek yaptığı çalışmalarından ve bundan sonra yapmak istediklerinden bahsederken Yaşar Kemal üzerine çalışmak istediğini ancak çalışamadığını söylemişti. "Neden?" diye sorduğumda yeni tanıştığı birine ne kadar güvenebileceğini ölçüp tartarcasına duraksayıp Yaşar Kemal'in kimliğini hatırlatmış, akademik esarete dikkat çekmişti. Yaşar Kemal'in kimliği ve edebiyatının işaret ettikleriyle kıyaslayarak tam ifadeleri hatırlamamakla birlikte "Daha hakkıyla Can Yücel çalışamıyoruz, Yaşar Kemal'e mi müsaade edecekler" demişti.

"Akademiden Mektuplar" başlıklı bu diziye başlarken artık profesör olan o akademisyenin çalışmalarına göz gezdirdim, çalışmaları arasında hâlâ Yaşar Kemal'e dair bir şey yoktu. Bu kısa anı Türkiye akademisinde bilgi üretimi ve araştırmanın koşul ve kriterlerine dair yeterince fikir sahibi olmama yetmişti. Biraz da bu anıdan referansla "Akademiden Mektuplar" dizisi içerisinde en çok tartışılması gereken konunun bilgi üzerindeki tahakküm ve akademik özgürlük olduğunu düşündüm. Bu konuyu anlatması için mektuplaştığım ve birazdan mektubunu okuyacağınız kişi de bir akademisyen/di. "Barış Bildirisi"ne imza attığı için işinden edildi. Mektubunda Türkiye akademisinin bir cezaevine ne kadar benzediğini anlatıyor:

"Saygıdeğer Yeni Özgür Politika okuru;

Normalde bu mektubu “akademi”den yazmam gerekiyor. Akademi deyince akla muhtemelen Yüksek Öğretim Kanunu kapsamına giren bir yükseköğretim kurumu veya kurumları geliyordur, yani kısaca üniversite. Yükseköğretim kurumlarının da bütün çalışanlarını ve aktörlerini değil, bilhassa öğretim kadrosunda yer alan kişileri düşünürüz akademi dendiğinde. Bu çağrışımıyla öğrenciler ve idari personel dışarıda kalır. Böyle olunca da akademi, genel tabirle “hocalar”dır. Ben bu mektupta size akademiden seslenirken öncelikle aklımda akademinin bu biraz daha dar alanı olacak. Öğrencileri dışarıda bırakan böyle bir bakışı gerekçelendiren muhtemelen o “hocalar” denen kişilerin  kurumlardaki kalıcılıkları ve otoriteleri. İdari personeli dışarıda bırakmanın gerekçesi ise akademi tabirinin bilhassa doğrudan bilgi üretim, öğretim ve paylaşım sürecine atıf yapması. Fakat yine de, yükseköğretim kurumlarıyla resmi bağı olanların biraz dışını da dikkate almak gerekiyor. Bu kurumlarla ücretli çalışan olmak şeklinde bağı olmayan bir grup insan da, gevşek ve tartışmalı sayılabilecek ölçütler dahilinde akademinin içinde görülebilir. Bunlar, yüksek lisans öğrencileri ve mezunları ile bilhassa bunlardan akademik kabul edilen entelektüel faaliyetlere katılanlar. Dolayısıyla güncel siyasetin dışında bir miktar akademik disiplini gözeterek ve akademik çevrelerle münasebeti koruyarak yürütülen entelektüel faaliyetler pekala akademinin içinde kabul edilebilir. Belki de, resmi anlamıyla akademiye olasılığı hukuken tükenmemiş eski bir akademisyen olarak kendimde sizlere akademiden seslenme hakkını görmemi mümkün kılmak için uydurduğum bir genişletmedir bu. Takdir sizin. Ne derseniz deyin, akademiye ilişkin eskimiş tanıklıklarla değil, Barış Bildirisi olarak anılan metni imzaladığı için veya darbe girişimi sonrası muhtelif irtibat, iltisak iddialarıyla akademiden uzaklaştırılan, ilk durumda yüzlerce, ikinci durumda binlerce akademisyen gibi akademiyle geçmişte var olan bağı inkar edilmeme rağmen, akademinin “içinden” yazacağım.

Akademi cezaevi gibi
Anlatacağım şey, kısaca, bilebildiğim kadarıyla yükseköğretim kurumlarıyla resmi bağı olsun olmasın bu akademik şahısların yaptıkları işi nasıl yapmakta oldukları. Bulundukları akademinin ne menem bir yer olduğu. Eğer varsa bir beklentiniz, akademik dünyanın bu beklentiyi karşılayıp karşılayamayacağı.

Farklı seçeneklerden elimde akademinin bugünkü halini anlatmaya en uygun kurum, cezaevi gibi geldi. Teşbihte hata olmaz diyerek affınıza sığınıyorum elbet, çünkü cezaevinin genel yapısı yanındaki hali hazırda uygulanan hukuk ve insanlık dışı politikaların ne çok can yaktığını bilmiyor değilim. Hatta cezaevlerinde pek çok akademi mensubunun olduğunu da biliyorum. Ama akademiyi insani kurumlardan birine benzeteceksek, pek çok ortak özelliği ve pratiğiyle cezaevine benziyor.

Çeşitliliği ifade eder ama...
Akademiyi akademi yapan şeylerden biri, belki de en önemlisi, zenginliği veya çeşitliliğidir. Bu çeşitlilik, akademinin ruhuna düşman olanlar ile akademik beceri ve yetilere asgari düzeyde bile sahip olmayanları dışlamak kaydıyla, akla gelebilecek her türden çeşitliliği ifade eder. Dil, din, ırk, cinsiyet, etnik köken, mezhep, siyasi görüş, kültür; akademide kendine yer bulur. Akademi, mensuplarının bu özelliklerini dışlama amacıyla göremez; ama adil ve hakkaniyetli bir temsil için bu özelliklere de bakar. Kamunun yansıması olan çeşitliliğin görünür hale gelmesini ister ya da istemelidir. Hatta akademi, gündelik hayatta görünemeyen kimliklerin varlığını öncelikle garanti altına alan yerdir. Bilginin konusu da, bilgiye yönelen perspektif de, çeşitliliği yok sayarak tekliğe indirgenemez, indirgenmemelidir.

Ayrımcı bir çizgiye yöneliyor
Cezaevi, diyerek başlayacağım cümlenin, biraz da espriyle, zaten bu ideal akademi tanımına bir ölçüde uyduğunu söyleyebilirsiniz elbette. Gerçekten de cezaevlerinin kapısı, iktidara biraz olsun kafasını kaldıran, hatta bazı durumlarda kafasını kaldırma potansiyelini barındıran herkese sonuna kadar açık. Cezaevlerinin kabul standartları akademiye oranla çok daha düşük. “Ne olursan ol yine gel” düsturunu cezaevlerinden daha iyi uygulayan yok elbette. Ve şu da doğru: Giriş standartları bakımından günümüz akademisi, bir cezaevi kadar dahi çeşitliliğe izin vermiyor. Akademiye giriş, her geçen gün ayrımcı ve biatçı bir çizgiye yöneliyor. Etnik, cinsel ve dini kimlik, dışlama araçları olarak kullanılıyor. Güvenlik soruşturması, akademiye ilk kez alınanların karşısında Kafka’nın Dava’sı kadar bilinmez ve aleyhe işleyen bir pratik olarak çıkıyor. Akademik yükseltme jürileri, bir zamanların yetersizlikleri sebebiyle ıskartaya çıkartılmış öğretim üyelerinin çoğunluğu sağlayacağı tarzda, ama salt “siyaseten istenmeyeni eleme” esasına göre çalışır tarzda.

Her türlü baskı aygıtı kullanılıyor
Evet, haklısınız, bu noktada kurduğum analoji başarısız. Fakat kurum içi pratik açısından cezaevinin çeşitliliği bastırışı ile akademi arasında hayli benzerlik var. Cezaevinin kapıları müthiş bir çeşitlilik içerisinde herkese açık fakat içeriye girdiğinizde her türlü kimliğinizin bastırılması için usul ve pratikler var. Dışarıda bir ölçüye kadar deneyimleyebildiğiniz özgürlük, içeride kanuna, yönetmeliğe, yönergeye kasten yansıtılmamış durumda. Üstelik “içeride” olmanızın nedeni kimi zaman o kimliğiniz olduğunda, tam da onun inkar edilmesi, bastırılması için özel bir çaba da harcanıyor. Mektubu uzatmamak için, hepimizin bildiği “anadil” yasaklarını anıp geçeyim. Buna bir de, mahpusların okuyabilecekleri kitaplar ve izleyebilecekleri yayınlar üzerindeki kısıtlamaları ekleyeyim. İşte akademi, tam da varlık sebebinin aksi istikamette, sadece bugün veya son yirmi yıldır değil, ama son dönemde çok daha ağır bir şekilde, toplumdaki çeşitliliği kişisel temelde bünyesinde barındırmamak, var olanları da görünmez kılmak için elinden gelen her türlü baskı aygıtını kullanıyor.

Her zaman mobbing var
Adın kimi zaman konmuş kimi zaman konmamış veya kişiye özel uygulanan dil yasakları, cinsel yönelime yönelik baskılar, mezhep düşmanlıkları, kadınların yükselmesinin önündeki duvarlar, siyasi görüşlerin kimine karşı çok sert, kimine karşı biraz daha müsamahalı ama her zaman mobbinge varan müdahaleler vs. Akademi, bir cezaevi pratiği olarak, kendi standardını Türklükle, Müslümanlıkla, Sünnilikle, sağcılıkla, hetero-erkeklikle belirlediği standardını kendi mensuplarına dayatmaktan çekinmiyor. Bu dayatma, sadece kişilerin akademide yer alma, yani yükseköğretim kurumlarında resmi bir kadroyla veya iş sözleşmesiyle bulunma, akademik toplantılara katılma, akademik kurumlarda yönetici pozisyonunda olma, akademik yükseltme kurullarında görev yapma, bilimsel dergilerin yönetim ve hakem kurullarında yer alma, hatta kimi zaman dergilerde yayın yapma açısından gözetilmiyor. Dayatma aynı zamanda bilimsel/akademik faaliyetin konusuna da yöneliyor.

Akademinin içi boşaltıldı
Akademik çalışma yürütecek insanlar, eğer bu araştırmayı yükseköğretim kurumlarına bağlı olarak yürütüyorlarsa, karşılarında tez danışmanlarını, tez savunma jürilerini, akademik yükseltme jürilerini, proje birimlerini; hani konuları çalışmayacaklarını kimi zaman açıkça kimi zaman aba altından sopa göstererek işaret eden infaz koruma memurları olarak buluyorlar. Eğer çalışmasını bağımsız bir şekilde yürütmüş ve bir dergide yayımlayacak veya yurtdışında bir üniversitede tez yazmış da denkliğini ilgili kurumdan talep edecekse, ya derginin editör veya hakemi o çalışmanın en hafifinden sakıncalı olduğunu söylüyor yahut da usuller delinerek yürütülen denklik değerlendirme sürecinin sonucunda tezin suç unsuru barındırdığından bahisle suç duyurusunda bulunulabiliyor. İşte cezaevi ve akademi, çeşitliliğin görünmez kılınmasında, hatta farklıların ıslah edilerek tektipleştirilmesine hizmet etmesinde burada birleşiveriyor. Hele bir de bu ıslah ve tektipleştirmenin, akademisyenler hakkında konuşmayı tercih ettiğim için hesaba katmadığım öğrenci boyutundaki etkileri hesaba katılacak olursa, akademi, evinizin oturma odasında, mahalle kahvesinden veya cami önündeki banklardaki kalabalıklardan farksız bir yere dönüşüveriyor.

Psikolojik işkence!
Mektubun başında teşbihte hata olmaz diyerek affınıza sığındığımı hatırlatarak, akademi, cezaevinin veya karakolların dışında yapılabildiği kadarıyla fiziksel olmasa da psikolojik işkencenin de tezahür ettiği yer olarak karşımıza çıkıyor. Akıl almaz soruşturmalar, izan kabul etmez hakaretler, aşağılamalar, atamalar vs. İstenmeyeni, ötekini, farklıyı, standardın dışındakini ya biat etmeye zorlayarak ağır bunalımlara sürüklüyor yahut da akademinin dışına atarak hayatını zorlaştırıyor. KHK’ler rejimiyle birlikte idarenin eline geçirdiği muazzam suçlama ve eleme yetkisi, kimi iktidar için bilinçli bir şekilde, kimi de herhangi bir ilkesi ve ülküsü olmaksızın fırsatçılıkla davranan işbirlikçilerin, çoğunlukla salt bilimsel merak ve hedeflerle akademiye gelmiş insanların hayatlarını çekilmez kılmasına, bunu yaparken de akademinin ideal görünümünden uzaklaşılmasına sebep oluyor.

İhanet ettiler
Sonuç, en iyisinden, hiçbir hakiki merak olmaksızın yürütülen, toplumsal gerçekliğe ve ihtiyaçlara temas etmeyen bilimsel araştırmalar, en kötüsünden de gerçekliği çarpıtmak ve inkar etmek için bilimsel çalışma görüntüsünde üretilen bir kısım zırvalıklardır. Bu zırvalıklar, elbette ki hiçbir bilimsel, rasyonel sebep sonuç ilişkisine ihtiyaç duymadan, akademinin dayandığı hikmeti hükümetin gerekçelendirilmesine bir retorik işlevi de görür. Böylece akademik üretim, gerçek bir toplumsal ihtiyaca karşılık gelmeyen çalışmalar ile devletin basit bir aygıtından öteye gitmeyenler olarak ikiye bölünür. Bunların sahipleri de, içeriği boş olsa da yayın sayısı sayesinde böbürlenenler ile devletin güç odaklarının dikkatini çekmeyi başarırsa daha fazla güce, daha fazla paraya kavuşacağı ümidine taslayanlardır. Her halükarda akademi, çalışanlarıyla, yöneticileriyle ve ürettikleriyle topluma ve hakikate, varlık nedenlerine, kendisini yaratanlara ve hizmet ettiği takdirde varlık iddiasında bulunabileceklerine ihanet etmiştir.

Son söz olarak, mektubumda özgürlük kelimesini sadece bir yerde kullandığımı fark ettim. Sanırım sebebi, akademiyi eleştirirken bile artık özgürlük kelimesini kullanmanın israftan başka bir anlam taşımıyor olması.

Akademinin hal-i pür melali, biraz da budur sevgili okur."

* * *

Not1: Bu seriye mektup yazan akademisyenlerin mevcut durumları göz önünde bulundurularak güvenlikleri öncelenmiştir. Kendilerine ve kimliklerine dair herhangi bir ipucuya dahi yer verilmemeye özen gösterilmiştir.

Not2: Dosyamızda yer alan çizimler her mektup için özel olarak Burcu Mayıs tarafından hazırlanmıştır.